Ali Gülcü

Kestane Dolu Kesa Kağıdı

Adam kestane dolu kese kağıdını kadına doğru uzatıyor, kadın gülümsüyor fakat almıyor.

Tanıyorum bu gülümsemeyi!

Dudak hareketlerini silah veya mesaj olarak kullanmasını öğrenmiş insanlar var.

Sana acıyorum ve aramızdaki mesafeyi korumak istiyorum gülümsemesi bu.

Adam ısrar ediyor, “hatırım için.”

Duymasam ya böyle şeyleri.

Gülümseme, hatırın yok ama mevzu uzamasın halini alıyor.

Kırmızı ojeli uzun parmaklarıyla kestaneyi soyuyor kabuklarını mantosunun cebine koyuyor kadın.

Kestaneden medet umacak kadar ne yapmış olabilir bu adam?

Tasası bana mı düştü boş vermişliği ile çay bahçesinin nemli, plastik sandalyelerinden birine ilişiyorum. Oturduğu yeri öncesinde mendille silen karakterlerden değilim.  Kimi öyle. Masa, kaşık, çatal, tabak, bardak…Garsonun tırnakları nasıl? Gömleği lekeli mi? Pantolonu ütülü mü?  Simidin dökülen susamlarını parmağının ucuna tükürüp toplayanlar var.

Halının altına süpürenler, çaydanlığı beşinci katın balkonundan yola dökenler, komşusunun arabasının sileceğini kaldıranlar…

İnsanlar garip işte diye mırıldanıyorum. Kimi hayatı kendine çekilmez hale getiriyor kimi oralı bile olmuyor.

Ne konuştularsa artık kadın adamı tekmeler gibi hırslı ve uzun adımlarla uzaklaşıyor, adam kesekağıdını boyacı çocuğa uzatıyor. Yüz dolusu gülümsüyor çocuk.

Kimse kimsenin hakkını yiyemez derler ya öyle bir serçe konuyor masaya, benden önce kahvaltı etmiş biri, dökülen ekmek kırıntılarını gagalıyor. Serçenin ve boyacı çocuğun aynı karede fotoğrafını çeksem mi diye geçiriyorum içimden. Düşüncelerimden habersiz ikisi de!

Ya başkalarının hakkımızda düşündükleri? Zamanla önemini yitiriyor onlar da. Sepetteki elmalara benzemediğimizi fark edince, gülüp geçebildiğimiz kadar kendimiz oluyoruz.

Mahallede arkadaşlarına bugünü anlatacak çocuk, “adamın biri geldi, ayakkabısını boyatacak sandım bir kese kâğıdı dolusu kestane verdi. Yeminle bak!”

“İnsan bize de bir iki tane getirirdi oğlum!”

Adam dertlensin, efkarlansın isterken neden bilmem kadının umurunda bile olmasın istiyorum. Vitrinlere baksın, en yakın arkadaşlarına olayı anlatsın! Şimdiye kadar yapmıştır zaten!

“Sepetledim Mark'ı” Paraya kıyıp ne zamandır almayı düşündüğü ayakkabıyı alsın mesela, rengi de ojelerine uygun olarak kırmızı olsun.

Eskiden olsa ya saçlarını kestirir ya da boyatırlardı.

Anlardık o zaman, heee ayrılmış bu! Ses etme, dur bakalım yakında çıkar kokusu!

Başına geleni geç fark ediyor insan. Etrafındaki herkes ve her şey değişmeye başlamış gibi geliyor.

Size oluyorsa anlamıyorsunuz yani!

Mark'ı efkârlı bırakmıştık ya! Tesadüf, bir meyhanede karşılaşalım. Yalnız oturacak değiliz ya birleştirelim masaları. Konuyu bilmiyormuş gibi yapalım.

Mark gibi adamlar jön gibi davranır fakat dublördür.

Annelerinin kendi kafalarında yarattığı kahramanın benzeri!

Anneleri olmasa bile birileri baş rol oyuncusu olduğuna inandırmıştır. Arkasından da gülmüşlerdir fakat o bilmez.

Bilmemek kadar günaha uzak bir şey mi var?

Biliyormuş gibi yapıyorsa sakat!

Bildiğini söylediyse, bilmediğini anladıysan ve o biliyormuş gibi kendince detayına girip anlatıyorsa daha sakat!

Madem çok biliyor, sen aslında keşişsin diyorsun. Kalıyor öyle. Benden duymuş olma ama keşişsin sen.

“E hani jöndüm?”

En baştan beri keşiştin!

“Nereden anladın keşiş olduğumu?”

Hareketlerinden, insanlara yaklaşımından, hatta ses tonundan. Şimdiye kadar hiç söylemedim ama keşiş tınısı var sesinde!

Dördüncü dubleden sonra kafa karışıyor. Bir akşam enişteme Mikelenjelo'nun Papa'nın korumalarının kıyafetlerini tasarladığını anlatırken yakalamıştım kendimi, oradan biliyorum! (Eniştem çay içiyordu.)

Mark ne yapsın?

Kahramanlık hikayelerine ikinci dünya savaşından başlıyoruz arkasından Hitler'i Berlin'de sıkıştırıyor müttefik orduları. Churchill'le Londra'da beş çayı içmişliği, ölümünden hemen önce Roosevelt'le golf oynamışlığı var! Bilerek yenilirmiş! Stalin votka içmeye çağırmış bir gün…

“Ağabey bugün Aysel'i sepetledim!”

Aysel?

“Aysel benim eski hatun. Kızcağız barışalım diye kestane almış gelmiş! Çok severim!”

Hayat akarken sizi sessiz, sakin, mavi bir plaja bıraktıysa ve bunu tereddüt etmeden kabullendiyseniz, kayalıklara çarpıp tekneniz battığında sorgulama şansını yitirirsiniz.

Hayatı boyunca tek bir hata yapmış, o da bilmeden bir papatyanın üzerine basmıştır Mark! Öyle anlatır.

İçi gitmiştir, erimiştir, üzülmek üzülmek olalı.

“Ağabey kadınlar uzak duruyor benden!

Jönsün arkadaşım sen! Onların gözünden bakabilsen anlayacaksın, çekiniyorlar.

“Az önce keşiştim?”

Evet keşişsin! Sen hiç filmlerde sevgilisi olan keşiş gördün mü?”

“Görmedim.”

Bak işte…

Tekneden atlamak da bir tercihtir. Fakat çoğu insan son ana ve içlerindeki umut tükenene kadar, olduğu yerde kalmak, küçük de olsa bir ihtimale tutunmak ister.

Bilmiyorum demekle başlıyor her şey.

Ağızdan çıkan bir kelime kralı soytarıya dönüştürebiliyor.

 

Dalıyorum bugünlerde ani bir ses hareket olduğu zaman irkiliyorum.

İsmail kahveyi masaya koyarken yine öyle oluyor.

“Düşüncelisin ağabey?”

Serçe uçmuş, boyacı çocuk gitmiş, Mark'ın yaşlanmıyor olması ne garip!

Onun gibiler bilmediğimiz bir sebepten tekrar tekrar gelebiliyor olabilirler mi dünyaya?

Sırf farklı insanlara aynı duyguları yaşatmak için?

Denizi seyrediyorum diyorum İsmail'e, baksana bugün hava ne güzel…

YORUM YAP