Ali Gülcü

Aramızdaki kahramanlar

Beyaz bir servis minibüsü yanaşıyor börekçinin önüne. Kadınlar ve erkekler yorgun yüzlerle iniyor, kendi yaşamlarına doğru sürüklenmeye başlıyor.

Biraz sonra herkesin kalktığı, kahvaltı masasına oturduğu, işyerine varanların günün ilk çayını yudumladıkları saatlerde gerçekle aralarına çektikleri perdelerin karanlığında uyumaya, dalmaya çalışacaklar.

Ah şu sokaktan gelen sesler olmasa!

Her perde ayrı hikaye.

Artık sonbahar rüzgarlarının esmeye başladığı, sararmış yaprakların ağaç diplerine süpürüldüğü, uzun kollularla oturulan çay bahçelerinden birinde, kahve içiyorum.

Lodos var, olta atanlar hava karardıktan sonra lüfer yakalamaya başladı ve palamut bol.

Palamut çift satılır ya çift senelerde bol olurmuş mübarek.

Dün akşamüzeri kasabanın iki balıkçısından birine uğramıştım.

Mermer tezgahın üzerinde palamut ve sardalye vardı. Palamutların irileri elli, küçükleri otuz beş, sardalyenin kilosu seksen liraydı.

Kılığından kıyafetinden, saçından başından kendi halinde olduğunu düşündüğüm otuzlu yaşlarının sonlarında bir kadın girmişti içeriye, yanında da pembe yelekleri, kırmızı terlikleri, mavi eşofmanları, sarı küpeleri bir örnek, saçları kısa kesilmiş ikiz kızlar.

El ele tutuşmuşlar, beş veya altı yaşındalar, ileride hatırlamayacakları bir günü yaşıyorlar.

“Palamut kaç lira Şenol abi?”

Kaşla göz arasında fiyatların yazılı olduğu ıslak kartonları yok etmemiş mi Şenol abi.

“Büyüklerin ikisi on!”

“Pahalı değil mi be Şenol abi, kim alacak on liraya palamutu?”

“Elektrik kaç lira oldu haberin var mı senin?”

O da doğru ya der gibi bakmıştı kadın, aklına ne geldiyse neyin hesabını yapıyorsa gözleri balıklarda düşünmüştü bir süre.

Avucunda buruşturduğu on lirayı uzatmıştı.

“İki tane alayım o zaman.”

Temizlediği balıkları uzatırken başka poşete bir kürek de sardalye koymuştu Şenol abi, “bunlar da benden olsun.”

Kadın ve ikizler uzaklaşırken arkalarından bakmış kafamı çevirince Şenol abiyle göz göze gelmiştik. Ne ben bir şey sormuştum ne o bir şey söylemişti.

Seyircilerin ayakta alkışladığı, kapalı gişe oynamış bir oyundan, perde demiş, ışıkları sönmüş bir tiyatro salonundan çıkar gibi hissetmiştim kendimi.

Hayat!

Geçen hafta, günlerden cumartesi, iskeledeyiz, kalabalık.

Karidesleri küçük küçük kesmiş, izmarit, menekşe, istavrit tek tük de kupa yakalıyoruz.

Küçük bir çocuğun kamışına basmış biri, kamış da kırılmamış mı? Gözleri dolu dolu olmuş evlatçığın, bir iskelenin başına koşuyor bir sonuna, önüne gelene medet umar gibi kırık kamışı gösteriyor.

Görmezden gelen de oluyor, kamışı eline alıp tamir edilebilir mi diye bakan da.

“Babana söyle de yenisini alsın sana.”

“Babam yok ki benim!”

Kovadaki istavritin gözlerinden mavi gökyüzüne, martının gözlerinden boğaza bakıyorum. O koca koca gemiler kalıyor öyle, rüzgar esmez, zaman akmaz oluyor.

Küçük balıkçı dünyayı durduruyor.

İskelede ufaklığın kurduğu son cümleyi duyanlar kendi takımlarını çocuğa hediye etme yarışına giriyor.

“Olmaz o senin ki, bana verirsen sen neyle tutacaksın?”

“E sen balık yakalayamazsın ki o zaman.”

Bazen diyorum ki keşke bizim kahramanlarımız da uçabilseydi. Uçmamış ama koşa koşa yeni bir kamış almış, pelerin yerine kasket takmış kahraman.

“Bana mı aldın? Çok güzelmiş.”

Kahveden sonra demli bir çay istiyorum garsondan. Feribottan inenlere, acelesi olanlara, dünya yansa içinde yorganı olmayanlara, gidecek yeri olanlara ve olmayanlara bakıyorum.

Neyse ki sabah sıradan bir insan olarak evden çıkıp akşam kahraman olarak dönmek gibi bir şansımız var diye geçiriyorum içimden, varsın elektrik pahalı olsun!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YORUM YAP