Ali Gülcü

Acelem var

Yarım kalmış, tamamlanmamış öyküler kaldı yaz aylarının sıcak günlerinden geriye. Eylül bitiyor, bir sonbahar yazısı karalamak içimden gelmedi mesela, balık sezonu açıldı, deniz suyu sıcaklıkları düşmeye başladı.
Mahallemizde kayıp bir kediyi arıyorlar, bulana ödül var.
Kuşlar yine bazı günler ortadan kayboluyor. Balkonu karasinekler basınca yağmurun yağacağını anlıyorum. Bir kitap bitince diğerine başlıyor, öğle yemeklerini genellikle aynı lokantada yiyiyorum.
“Ali bir çay içelim.”
“Dostum acelem var.”
Acelem de yok oysa. Yemek yenecek yer ayrı, çay kahve içilecek yer ayrı gibi bir şey. Yatmadan önce pijamalarınızı giyersiniz ya onun gibi.
Doksanlı yıllardan tanışıyorduk. Yeni boşanmıştı, cinsini bilip söyleyemeyeceğim yorgun görünen büyük bir köpekle, İstanbul'da eski apartmanlardan birinin giriş katında yaşıyordu. Hangi semtti sahi orası?
“Isırmaz” demişti köpek için, ısırmamıştı da. Daha doğrusu koca kuçu ben orada yokmuşum gibi davranmıştı. Biz nelerini gördük oğlum, sen kimsin bakışı atmıştı hepsi o kadar. Evi pisti, masanın üzeri ve aklınıza gelebilecek her yer dikine bırakılmış sigara izmaritleriyle doluydu. Koku meselesine hiç germiyeyim, tarif etmeye kalksam hiç hoş cümleler kurmayacağım çünkü.
O zaman başka bir arkadaşımın arkadaşıydı, bildiğin pasaklıydı.
Kaç kere evlendiği konusu bende muamma.
Çok evlenen çok ayrılan bir adamdı diyelim.
Çok kaçsa artık?
İlk defa ve yalnızca bir kere gittiğim ev neden bu kadar detaylı kalmış aklımda? Uyduruyor muyum acaba? Bazen böyle oluyor. Vedat Türkali'nin Kayıp Romanlarında kahramanın yaşadığı mahalleyi, balkonundan deniz görünen evi ve mutfak masasının üzerindeki muşambayı daha önce gördüğümü ve pikabın olduğu odada plak dinlediğimi iddia edebilirim.
Sonra İstanbul'dan kasabamıza gelip müdavimi olduğum bir esnaf lokantasında çalışmaya başlamış bu.
Daha önce ne iş yapıyordu, mesleği var mıydı? Görünce şaşırmıştım işin açığı, ısırmayan ve umursamayan köpeğini sormuştum.
“Ölmüş.”
Yalan söylüyor gibi gelmişti ya neyse, ayak üzeri neler olup bittiğini anlatacak değildi elbette. Kötü bir anıyı tetiklemiş olabilirdim. Eski eşlerinden biri “senden ayrılırım ama köpek bende kalacak” demiş de olabilirdi. Hayat bu olur mu olur, bilgeliğiyle, halden anlayan adam gülümsemesi ile ayrılmıştım yanından. Kocaman köpeğinin tee yıllar önce bana baktığı gibi bakmış da olabilirim.
“Bir akşam oturup anlatırdık” nasıl olsa, aynı kasabada yaşamıyor muyduk şunun şurasında.
Kuru fasulyenin yanında pilav sürekli olacak sanıyor insan, çek bir ayran köpüklü.
Hayrabolu tatlısı sıcaklığı…
“Acı biberi seversin sen, arkadaş kendi bahçesinden toplamış, zehir.”
“Yaşa sen, kilo mu verdin oğlum yoksa?”
“Öyle mi görünüyorum?”
Önlüğünün düğmelerini zor ilikleyen, kısa boylu, esmer, tombalak bir adam getirin gözünüzün önüne.
“Bence vermişsin!”
“Çay içer misin, kahve de söylerim.”
“Acelem var dostum.”
Yemek yenecek yer ayrı, çay kahve içilecek yer ayrı, yatmadan önce pijamaları giymek gibi bir şey!
Eski bir şarkıyı başka bir yorumla dinlemek gibi.
Emre Aydın, Sezen Aksu'nun Güllerim Soldu adlı şarkısını söylemiş mesela, önceden söylemiş de ben dün ilk defa dinleyince yeni gibi geldi.
Başkalarının küçülen kıyafetlerini heyecanla giyersiniz ya!
Bıkana kadar döndürüp döndürüp dinlemek gibi bir huyum da var.
Başa sardığınız zaman şarkı yeniden başlıyor fakat güller ilk açtığı zamanki gibi olmuyor tabi.
Bol sirkeli sarımsaklı işkembe çorbası içen insanların rahatlığı sinsin üzerinize.
Kısa boylu, esmer, tombalak adamın öyküsünü yarım bırakacağım.
Bir akşam oturup anlattığınız zamanlarınız olsun…

YORUM YAP