Her yeni felakette aynı soruyla baş başa kalıyoruz: “İtiraz mı edelim, yas mı tutalım?” Aslında bu soru, bir ülkenin yüreğinde açılmış derin yaraların özetidir. Toplumsal kıyım ve katliamların acıları yetmiyormuş gibi, “iş kazası”, görev zaiyatı adıyla kaçıncı acıya tanık olduğunuzu unuttuk. Madenlerde grizu patlaması, göçükler, inşaatlarda, tarla yollarında devrilen traktörler, servisler, patlayan, çöken binalar, patlayan enerji hatları... Orman yangınları yetmedi, bir de havacılık faciaları. Daha kaç yıl oldu Isparta'da düşen uçakta kaybettiğimiz bilim insanları? Tam o acı unutulmamış dururken, Dilovası'nda yaşları üç çocukla birlikte altı emekçi acısı tazeyken ki yedincisine kaybettik. Gürcistan sınırında 20 askerin kırımına yol açan uçak faciası yaşandı.
Devlet erkânının taziye mesajları anında yayıldı. Şehitlik vurguları, özel törenler, resmî açıklamalar... Evet, bunlar insani reflekslerdir, toplumun yas tutma biçimidir. Medya da aynı ritüeli tekrar etti: büyük puntolu manşetler, “yüreğimiz dağlandı” haberleri, ekran başında birlikte ağlayalım çağrıları.
Buraya kadar tuhaf bir şey yok. Alışılmış devlet–millet yas ritüeli… Ama sorun tam da burada başlıyor. Çünkü aradan sadece birkaç saat geçmeden, alışıldık o cümle yine ortaya çıkıyor: “Kaza bu… Allah'ın takdiri!”
PEKİ ÖYLE Mİ? KADER Mİ, İHMAL Mİ?
Maden çöker Allah'tandır, iş cinayeti olur Allah'tandır, tren devrilir kaderdir, uçak düşer ecel gelmiştir. Bazıları için bütün bu felaketlerin ortak failinin yalnızca gökyüzünde olduğuna dair bir rahatlatıcı inanç var. Oysa bu inanç, en çok da sorumluluğu o göğe doğru savuranları rahatlatıyor olsa gerek ki, öyle taziye mesajları yayınlıyorlar ki insanın ölesi geliyor. Yaşarken adı sanı bilinmeyenlerin devletin en zirve kudretine nail olmuşların ağzında adının anılması neredeyse ilahi lütuf gibi anılınca tüm sorumluluklar yok oluyor nerdeyse!
Ama birileri çıkıp: “Her şey Allah'ın takdiri ise, kulun hiç mi kusuru yok?” diye soruveriyor. Kimsenin hoşuna giden bir soru olmasa da, zıtlıkların diyalektik doğallığı içinde bu can sıkıcı soruları soranlara yönelen kötü bakışlara rağmen biz yine ecelsiz gidenlere bir borç öder gibi soralım: 57 yıllık bir kargo uçağını, Suudi Arabistan tarafından envanter dışı bırakılmış bir hurdayı alıp hizmete sokarsan…düz mantık yeni bir uçakta risk % 5-10 ise, 57 yıllık bir uçakta düşme olasılığı %60–70'e çıkmaz mı? Kaldı ki kara taşıtlarında bu yaşta araç görmek mümkün mü? Bunun adı gerçekten kader midir, yoksa bile isteye açılmış bir mezar mıdır?
Türkiye'de cinayet ile kaza arasındaki çizgi o kadar ince ki... Bazen bir mühür, bazen bir imza, bazen bir ihmal, bazen bir rant ilişkisi, bazen de üç beş kuruş kar hırsı yüzünden yüzlerce insan hayatını kaybediyor. Sonra bize düşen görev belli sanılıyor: “Yas tutun, ağlayın, dua edin… Ama fazla soru sormayın.” Hoş bir kendinden menkul bir dinbaz “yas ilan edilsin” diyenleri bir güzel haşladı. Nedense “Şehitlik” bir kendilerine nasıp olmuyor. Her nedense hep yoksul anne babaların bin bir çileyle büyüttükleri evlatlarına düşüyor!
YAS TUTMAK VİCDANİ, İTİRAZ ETMEK AHLAKİ VE HUKUKİDİR
Elbette yas tutacağız. Elbette ölen insanların geride bıraktıklarının acısını paylaşacağız. Bu çok insani, çok vicdani bir tutumdur. Ama sadece yas tutmak yetmez. Çünkü sadece yas, sadece dua, sadece taziye… Bu düzeni ayakta tutan en güçlü uyuşturucuya dönüşüyor.
Asıl ahlaki olan itiraz etmektir. Asıl vicdanlı olan hesap sormaktır. Asıl insan onuruna yakışan, kader diye paketlenmiş cinayetlere karşı çıkmaktır. Yas tutmak öleni onurlandırır; İtiraz etmek yaşayanı korur. Sorun şu ki, ülke yıllardır aynı yerde takılıp kaldı: Sorumluluk makamında oturanlar dinsel içerikli örtüyü kullanırken, medya gözyaşını parlatır, toplum ertesi gün hayatına devam eder. Böylece hiçbir şey değişmez. Bunu adı: Kanıksamaktır. Acılar çok değil basın yayın manşetlerinde düştüğü zamana kadardır. Gerisi ateş düştüğü yeri yakar onu da kimse duymaz.
HER FELAKETİN ARKASINDA BİR SİSTEM VAR
Her iş cinayetinde, her uçak kırımında, her maden göçüğünde aynı yapı çalışıyor: Denetimsizlik, Şirket–siyaset iş birliği, eski teknoloji ve hurda ekipmanlar, Bilime değil kaderciliğe yaslanmış bir yönetim anlayışı ve hepsinden önemlisi: Gerçek suçlusunun cezasızlık zırhıyla kuşanmış olmasıdır. Herkes bilir ki cezasızlık, bu ülkenin en ağır faili. Çünkü ceza yoksa suç büyür, suç büyürse felaketler artar.
SON SORU: YAS MI, İTİRAZ MI?
Biz artık bu soruya ezberden cevap vermek zorundayız. Yas tutacağız, çünkü insanız. Ama itiraz edeceğiz, çünkü insan kalmak istiyoruz. Ölüler için dua etmek yetmiyor. Yaşayanların ölmemesi için mücadele etmek zorundayız. Belki de bu ülkede en büyük ahlaki görev, gözyaşı dökmekten çok, neden gözyaşı döktüğümüzü sorgulamaktır. İtiraz edelim ki, her gün yas tutmak zorunda kalmayalım.
Dünyanın her yerinde ecelsiz gidenlerin acılarını paylaşıyor. Yaşanası adil ve adaletli bir dünyada yaşamak için sesini yükseltenleri selamlıyorum.






