Ali Gülcü

Bitti demeden…

Karanlık, el yordamıyla çıkışı bulacağına inanıyorsun. Kapıyı açacaksın ve güneş gözlerini kamaştıracak.

Aydınlık çarpacak ruhuna, bir elini duvara dayayacak ve soluklanacaksın. Heyecanlanınca başın döner ya, çabucak da geçer. Aldanışların, bahar sabahları ve akide şekerleri çökecek üzerine, en saf halinle ve yeni pabuçlarınla gireceksin bataklığın derinine. Sessiz kalışlarına olgunluk,

hayatta kalma çabana tecrübe diyecekler.

Efendilik, en yeni gömleğini maviye boyayan tükenmez kalem!

Vişne çekirdekleri, parmak izleri ve soluklar biriktireceksin küçülmüş ceketlerinin astarlarında. İnanmış gibi yapacaksın yalanlara. Kuyruğu gökkuşağından püsküllü, hayal kırıklığından çıtalı uçurtmalar uçuracaksın rüzgarlı zamanlarda. Kınnap ip kopmasın diye dua edeceksin içinden içinden.

Zor günlerde yaşadıkların, senaryosu sığ bir film gibi gelecek.

Sen olamazsın ki bu!

Başına gelmez ki senin.

Hem, hak edecek ne yaptın?

Arada çıkar patlamış mısır alırım rehaveti çökmüşken üzerine, beyaz perdede yüzünü göreceksin.

Kalacaksın öyle.

“Hadi canım” diyeceksin, insan insana bu kadar mı benzer yahu!

Kör ebe mendili arkana bırakacak, çektiğin kısa çöpler kaderin gözyaşları…

Uykusuz bir gecenin sabahında “kalbim kırıldı” çiçekleri ekeceksin bahçenin en güzel yerine.

Yumuşak toprağın üzerinde kalan ayak izlerini kaybolmaz zannedeceksin.

Kökü derinlerde “dayanırım” ağaçlarıyla avutacaksın kendini. Yaprakları kış aylarında da dökülmüyor üstelik!

Kayboluşlarda, kozalaklar, meşe palamutları, çam iğneleri en yakın arkadaşların olacak ve hıçkıra hıçkıra bir sincaba dökeceksin içini, bazen onu bile bulamayacaksın.

Ucu bucağı olmayan mavilikler, yeşillikler düşleyeceksin, ne tarafa dönsen hepsi senin! Hayali papatya tarlalarında açacaksın gözünü, uyanmak istemediğin derin uykulara kıvrılacaksın.

Kumdan kalenin duvarlarını kederli midyelerin kabuklarıyla süsleyeceksin, karaya vurmuş deniz yıldızlarına benzeyecek hüznün. İçinde bir yerlerde açtığın hasır şemsiyenin gölgesine sığınacak, fırtına dinsin diye beklerken yaşlanmaktan korkacaksın.

Eksilenler olduğu gibi hayatından, eklenenler de olacak. Nasılsa, istesen de toplayamadığını, hızla bölündüğünü fark edeceksin bir süre sonra.

Matematiğin hep zayıftı zaten.

Güzel resim yapmak da gelmezdi elinden. Fakat ne güzel hikaye anlatırdın sen.

Mutfakta kendi kendine şarkılar mırıldanır, küçücük şakalara bile neşeli kahkahalar atardın çok önceleri, büyümek emanet bir pardösü gibi durdu üzerinde.

İçindeki kısa pantolonlu, dizleri yara çocuğun sürekli uçan balonunu elinden kaçırması bundan belki de?

Ihlamur kokularına karışmış akasya gölgeleri, deniz kenarlarında, orman kuytularında, çürümeye yüz tutmuş tahta banklarda tesadüf ettiğin göz yaşı izleri.

Kış akşamüstlerinde perdeyi aralayıp baktığın çamurlu sokak, dalıp gittiğin gül desenli kahve fincanı, gri gökyüzünü oldum olası sevmezsin zaten.

Gözlerini kapatsan ve haritada yerini bile bilmediğin bir kıyı kentinde açsan gözlerini! Akşama misafir gelecekmiş gibi çarşı, pazar dolaşsan, cebindeki paranın hepsiyle köylü bir kadının sattığı maydanozları alsan ve balıklar yesin diye denize atsan mesela!

Görenler parmaklarıyla gösterip bıyık altından gülecekler tabi.

Anlayamadıkları hoşuna gider insanların, küçümser, tepeden bakarlar.

Anladıkları zaman da akıl verirler!

Sen zaten bunları biliyorsun…

Biter zannettiğin yollar, tekrar tekrar başlıyormuş meğer, ta ki sen yürümekten vazgeçinceye kadar, “etrafıma daha dikkatli baksaydım” diye düşünmen, adımlarını büyük atmaktan hep.

Sen bitti demeden bitmiyor velhasıl.

YORUM YAP