Ali Gülcü

Büyük şehir insanları

Göl kenarına aralıklarla dizilmiş sekiz ahşap kulübe, bungalow diyorlar. Sakin, kafa dinlemek için uygun bir yermiş burası. Kimse kimseye karışmaz, kentin gürültüsünden kaçanlar düşermiş. Çam ormanını dilimleyen patikaya benzer bir yoldan bakına bakına geldim. Arabanın camları açık tabi, kuş sesleri içeriye içeriye. Bu aylarda alışık olmadığımız kadar serin hava.

Bakla rengi göl. Arada kalmış, unutulmuş gibi daha çok. Bahçe çitiyle çevrilmiş kulübeye üç merdivenle çıkılıyor. Sundurmada yuvarlak masa, yanında iki sandalye, fesleğenler. Yağmur sonrası toprak kokuyor. İnce basmadan, çiçekli perdeler, büyükçe bir dolap, çerçeveleri ferforjeden ayna. Özenle katlanmış beyaz havlular, bornozlar, hiç sevmediğim kağıt gibi terlikler. Klimanın, televizyonun kumandasını, anahtarları bırakıyor, iyi tatiller diliyor görevli arkadaş, çıkarıp bir on lira tutuşturuyorum eline, az bulur mu acaba?

Yol yorgunluğu desem değil, temiz hava çarpıyor belki de uzanıyorum, öyle de uyuyorum.

İnsan arasına karışasım yok! Aynı sorular, benzer cevaplar. Nerelisiniz aslen? Çok önemlidir yeni tanıştığınız kişinin aslen nereli olduğu! Konuştuğunuz kişinin çapına göre bir tanıdığı vardır, uzun zamandır da görüşmüyorlardır üstelik. İş adamıdır, eczacıdır, yazlıktan arkadaştırlar, böyle bir tatilde tanışmıştırlar, kaynaşıvermişlerdir. Tanımadığınızı söyleyince şaşırır kimi, öyle büyük bir adam nasıl olur da bilinmez?

Ne iş yaptığımız da pek bir mühimdir. Sizi ille de kategorize etmek, kafalarında bir yerlere koymak isterler ki size nasıl davranacaklarını çözsünler. Şu an çalışmıyorum derseniz, ertesi sabah görmezden gelinirsiniz! Tecrübeyle sabit. Yazarım derseniz kitaplarınızı sorarlar, sizle konuşurken Google'dan kontrol ederler! Bir şirkette yöneticiyseniz, patronunuzla arkadaş olma ihtimalleri veya ortak tanıdıklarının olması kuvvetle muhtemeldir. Gazeteciyseniz, onların da görüştüğü köşe yazarları vardır mutlaka!

Öykü yazıyorsanız roman sorarlar hemen. Şöyle bir başı olsun, sonu olsun değil mi kardeşim?

Şiir de yazıyor musunuz?

Ne güzeldir Orhan Veli şiirleri! Hele o, neydi adı?

Çocuklar sağ olsun, sundurmaya kuruyorlar sofrayı. Bir ihtiyacım olursa telefon edeceğim, getirecekler.

Önemsensin, değer verilsin istiyor insanlar, hepsi bu aslına bakarsanız. Göründüğü gibi değil hiç kimse, daha okumuş, daha varlıklı, daha görmüş geçirmiş!

Yanlarında eşleri yoksa yurtdışında yaptıkları çapkınlıkları anlatıyorlar ikinci dubleden sonra, gülüyor, keyifleniyorlar kendi kendilerine. Anlattıkları onları daha saygın bir adam yapıyor!  Büyük balıklar yakalıyor, büyük hayallerini paylaşıyorlar. Kaçan fırsatlar, yanlış seçimler, yapılan iyilikler, vefasızlık… Tekneleri oluyor uzak limanlarda, soğuk iklimlerde sevgilileri bekliyor, hayat acımasız değil mi güzel kardeşim?

Kendi ayaklarının üzerinde duramayan, birlikte tatile çıkmış zengin kadınlar denk geliyor bazen.

Tüm erkeklerin kendilerine paraları için yaklaştığını düşünüyorlar, bu düşünce zamanla saplantıya ve gelecek korkusuna dönüşüyor.

Ya günün birinde banka hesapları erirse ya sıfırı tüketirlerse ya beğenilmezlerse?

Korkuların, kendince hastalıklı doğruların karanlığında kaybolmuş, yalnızlığa mahkum, botokslu, estetikli yaşamlar.

Onları gerçekten seven adamların olduğu düşüncesi üzüyor insanı.

Elimizden de başka bir şey gelmiyor. Kimse boşu boşuna girmiyor kimsenin hayatına. İç içe geçmiş hikayelerden deneyimleyerek öğreniyor insan!

Yanlış seçimlerin tortularını biriktiriyor içinde.

Hayatın sırrı belki de akışına bırakmak?

Yapabiliyor musun?

Yoksa kaybolacak mısın içindeki gölgelerde? 

“Elinde mor yüzük kutusuyla bıraktım fukarayı, kemancı da çağırmış bir yerlerden… Ali miydi adınız? Ah evet! Matbaanız mı vardı sizin?”

İnce sis tabakası kaplıyor gölün üzerini, alçaktan uçan kırlangıçlar kayboluyorlar. Gece kuşlarının sesleri geliyor ormandan, sarı çıplak, titrek ampullerle aydınlanmış ağaçlar siliniyor.

Hayalden, klarneti elinde, kavruk bir arkadaş geliyor, utana utana, “ağabeyim” diyor “eşlik edeyim mi gecene?”

“Geceme mi yalnızlığıma mı?”

“İkisi de aynı değil mi ağabey?”

Sadece bana görünüyor olmasının rahatlığı var üzerinde. Bir duble de ona dolduruyorum. Hicaz taksim geçerken gözlerini kapatıyor, enstrümanın içli sesine karışıyor.

Elinde mor yüzük kutusuyla masada kalan hiç tanımadığım delikanlının gözlerinden bakmaya çalışıyorum dünyaya. Ne hissediyorum? Üzüntü elbet, rezil olmuş gibi, kemancıyı çağırmasaydım iyiydi! Acıyor mu lokantadaki insanlar bana? Bıyık altından gülenler de var. Yaşlı bir adam yanımdan geçerken boş ver dercesine sıkıyor omuzumu, “çok gençsin daha”

Kabullenmesi zaman alacak, küser biraz, tatile çıkar belki? Yıllar sonra gülerek anlatır. “Lokanta başıma yıkıldı zannettim, ertesi gün sattım yüzüğü, neydi kızın adı? Zengince bir şeydi, öyle yaparmış hep…”

Rüzgar çıkıyor, şimşek çakınca gölün üzeri bembeyaz oluyor. Gök gürültüsünün peşinden yağmur başlıyor.

YORUM YAP