Sivil Toplumun Gölgesinde Demokratik Örgütlenmenin Kaybı
Geçtiğimiz günlerde Silivri Tarih Derneği'nin düzenlediği bir toplantıya katıldım. Rumeli Üniversitesi'nden Doç. Dr. Damla Mursül'un "Sivil Toplum Nedir?" başlıklı sunumuyla başlayan buluşma, kent kültürünün oluşumunda STK'ların işlevi üzerine yürütülen bir tartışmayla sonlandı. Kent Konseyi Başkanı da Yerel Gündem 21 ve kent konseylerinin işlevlerine değinerek daha fazla katılım çağrısında bulundu. Katılım zayıftı; salondaki yüzler, her zamanki simalardı. Bu durum başlı başına bir göstergeydi: toplumun geniş kesimleri, artık sivil toplum başlığı altında yapılan birçok çağrıya kulak vermiyor. Bana faydası yoksa kimseye olmasın bireysel çıkar odaklı siyasal atmosfer, toplumsal dayanışmanın da içini boşaltmasının sonucu diye düşünüyorum.
Ancak esas mesele katılım sayısından öte, içerikti. Toplantı boyunca sıkça dile getirilen “sivil toplum” kavramı, yüzeysel, yönetilebilir, itirazsız bir iyilik hali olarak sunulurken, bu kavramın arkasındaki tarihsel dönüşüm, sınıfsal ayrışma ve politik içerik hiç sorgulanmadı.
Oysa günümüzde "STK" olarak adlandırılan yapılar, artık çoğunlukla neoliberal sistemin denetim araçlarına dönüşmüş durumdadır. Elbette kendiliğinden olmadı. Neoliberal ekonomiye eklemlenecek ideolojik bir projenin parçasıydı. Bu yapılar, hak temelli mücadelenin taşıyıcısı olan demokratik kitle örgütlerinin yerine ikame edilerek, muhalefeti pasifleştirme, toplumsal denetimi zayıflatma ve sistemi meşrulaştırma işlevi görmek üzere planlanmış bir model. Sivil toplum, liberal teorilerde genellikle kapitalist düzenin içindeki "bağımsız alan" olarak tanımlanır. ve sistem içidir. Neoliberal politikalarla uyumlu hale getirilmiş, fonlarla yönlendirilen, sistemin meşruluğunu güçlendiren yapılar olarak planlandığı açık.
Nasıl Bir Sivil Toplum? Sorusunu sorarken, hemen arkasında STK mı, Demokratik Kitle Örgütü mü? Sorusunu sormamız gerek!
Liberal demokrasinin gelişimiyle birlikte şekillenen sivil toplum kavramı, devletin dışında ama onunla var olan, gönüllülüğe dayalı örgütlü yapılar anlamında kullanıldı. Dernekler, vakıflar, odalar… Hepsi bu çerçevenin içinde tanımlandı. Ancak Türkiye gibi “demokrasisiz” bir düzende, bu yapılar zamanla iktidara yakın çıkar gruplarının uzantılarına, hatta devletin taşeronlarına dönüştü. Kamusal alanda söz alacak hak temelli örgütlenmeler yerine, proje yapmayı bilen, fon kaynaklarına ulaşabilen, devlete ve yerel yönetime "uyumlu" STK'lar teşvik edildi. Yukarıda “Neoliberal ekonomiye eklemlenecek ideolojik bir proje” derken tamda bunu kastediyorum. Oysa Demokratik Kitle Örgütleri (DKÖ), emek, kadın, çevre, barınma gibi temel hak alanlarında örgütlenen, devletten ve sermayeden bağımsız, hak temelli ve mücadeleci yapılardır. Bu örgütler, yalnızca söz istemezler; güç ilişkilerine müdahale eder, denetler, alternatif üretir.
Böylece emekçilerin sendikaları, kadınların özgürlük mücadeleleri, doğa savunucularının direnişleri, öğrencilerin öz örgütlülükleri geri plana itilip ve şeytanlaştırılması bundan. Yerine; toplantı yapan ama hesap sormayan, proje yürüten ama talep etmeyen, görünüp iz bırakmayan bir STK evreni kuruldu. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra kapitalist ülkelerdeki hak temelli toplumsal paylaşımı, denge denetim süreçlerinde emekten yana, başta sendikaların ve mesleki demokratik kitle örgütlerinin pasifize edilmesi emperyalizmin “küreselleşme” adıyla uygulamaya koyduğu itiraz süreçlerinin gazını alma, ağzına bal çalma kurnazlığı dersek hiç de yanlış olmaz.
Buna karşılık demokratik örgütlenmeler, demokratik bir ülkede yaşama fikrini besleyen dezavantajlı sosyal gruplar ve üretici güçlerin söz ve karar süreçlerine katılımını çok daha köklü ve radikal bir zemine taşır. Halkın sadece oy vererek değil, gündelik yaşamın her alanında karar süreçlerine katıldığı, eşitlik, rıza ve adalet ilkelerine dayalı bir yapılanmayı ifade eder. Demokratik topluma dönüşme alternatifi yaratır, devleti kutsamaz; aksine devleti sınırlayan, dengeleyen ve gerektiğinde aşan bir halk örgütlülüğünü esas alır. İşte emperyalist kapitalist sistemlerin öcü gibi korktuğu tamda budur.
Kısaca demokratik hak temelli örgütlenmeler: Demokratik gelecek, yalnızca bir devlet rejimi değil, toplumsal yaşamın her alanında halkın katılımı, eşitliği, özgürlüğü ve ortak karar alma mekanizmalarının varlığını esas alan bir yapıdır. Temsili demokrasinin ötesine geçerek doğrudan katılımı, yerinden yönetimi, çoğulculuğu, cinsiyet eşitliğini, kültürel özgürlüğü ve ekolojik dengeyi gözetir. Toplum adına denetim ve sorgulaya alan açar. Tarihi ve doğal varlıkları, ekolojik yaşamı korur, bilinç gelişiminin kollektif araçlarıdır.
Bu noktada sorulması gereken şudur: Bugün Silivri'de ya da başka bir kentte sivil toplum adına düzenlenen etkinlikler, gerçekten halkı mı güçlendiriyor; yoksa bürokrasiyi mi ve sistemin mülk ve iktidar güçlerinin meşruiyetine kapımı aralıyor? Hayır severler, cömert iş insanları, iyilik timsali siyasetçiler, kurtarıcı liderler.
Tamda burada Kent Konseylerine değinmek gerek. Yeni bir soru daha sorarak: Katılım mı, Denetimli İnisiyatif mi?
Kent Konseyleri ve Yerel Gündem 21 vurgusu da bu bağlamda dikkat çekici. Bunlar, başlangıçta Birleşmiş Milletler destekli katılım araçları olarak ortaya çıksa da, Türkiye'de çoğu zaman pasif, vitrinlik yapılar haline getirilmiştir. Silivri Kent Konseyi Başkanı durumu net bir şekilde anlattı. Yerel Gündem 21 ve Kent Konseyleri, başlangıçta katılımcı yerel yönetim için atılmış önemli adımlardı. Ancak yıllar içinde bu yapılar özerkliklerini kaybetti(tirildi). Büyük ölçüde belediyelere entegre olmuş, bağımsızlığını yitirmiş, katılım yerine temsiliyetin simgesi haline gelmiştir.
Bugün birçok kent konseyinde alınan kararlar ya uygulanmamakta ya da belediye yönetimiyle tam uyumlu hale getirilmektedir. Konsey üyeleri ise çoğu zaman toplumsal mücadelelerin değil, belediyeye yakınlığıyla şekillenen figürlerin temsilcisi konumuna itildi. Yani ortada gerçek bir katılım değil, katılımın simülasyonu var.
Kent konseyleri, mahalle meclisleri gibi yapılar halkın özyönetim mekanizmaları haline gelebilirdi. Ama mevcut yapısıyla bunlar, yerel iktidarın etrafında şekillenen, "nezaketli muhalefet" alanlarına dönüşmüştür. Bu da yerel demokrasiyi güçlendirmez; aksine, onu içeriksizleştirir. Geçmişte bir çok Kent Konsey toplantılarını izleme imkânım oldu. Kongre sunumlarında belediye başkanlarına öyle övgülerle başlayan konuşmalar duydum ki “ bu ne ya “demekten insan kendini alamıyordu. Bu arada Bursa Nülifer Kent Konseyi başkanı Şazi Çavuşoğlu'nu ve Kent konseyleri için büyük mücadeleler yürüten Köksal Çebi'yi selamlamak isterim.
Neoliberal Demokrasinin Gölgesinde Sivil Toplum
Bugün birçok STK, doğrudan ya da dolaylı olarak neoliberal sistemin meşruiyet üretme aracı haline gelmiştir. İçinde bulunduğumuz 'demokrasisiz' ortamda, merkeze yakın çıkar gruplarının ekonomik ve siyasi rant ilişkilerine araç konumuna dönüşmüşlerdir. Çünkü; Yoksullukla mücadele etmez, yoksullara yardım eder. Çevreyi savunmaz, çöp toplar. Kadınları özgürleştirmez, kadın atölyesi açar. Gençlerin örgütlenmesini istemez, motivasyon semineri düzenler. Tüm bunlar sistemin kendi krizini görünmez kılmak, sorunları bireyselleştirmek ve kamusal muhalefeti etkisizleştirmek için yürüttüğü bir stratejidir. Bu anlamda sivil toplumun, özellikle de yerel yönetim destekli STK ağlarının, "devletin sivil kolu" haline geldiği bir dönemden geçiyoruz.
Oysa sivil toplum, gerçek anlamda devletten ve sermayeden bağımsız bir zeminde gelişmeli; halkın taleplerini, eleştirilerini, öfkesini ifade edebileceği örgütlü ve özgür bir alan olmalıdır. Silivri'deki toplantı, pek çok benzeri gibi, aslında iyi niyetli bireylerin çabasını taşısa da, özünde politik cesaretten yoksun, eleştirel içeriği boşaltılmış, şekilsel bir katılım çağrısıydı.
Bugün gerçek anlamda demokratik bir toplumun yolu, yalnızca STK kurmaktan ya da kent konseylerinde söz almaktan değil; toplumun kendi sözünü, iradesini, karar alma gücünü geri almasından geçer. Bunun yolu ise rızaya dayalı, yatay, örgütlü, hak temelli, mücadeleci yapılardan geçiyor. Sivil toplum, ancak bu yönde dönüştürülürse demokratik toplumun önünü açabilir. Aksi halde, halk değil "gönüllü elitler" konuşur; toplum değil, sistem konuşur.