Hasan Baki Çifçi

İnsan, toprak, yaşam ve vicdan

Sabahın ilk ışıkları pazar yerine vuruyordu. Domates kasalarının arasından buhar gibi sabahın serinliği yükseliyordu. Bir köşede, fırıncı Mehmet taze simitleri dizerken, yan tezgahta hemşire Sevgi gece nöbetinden çıkmış, taze maydanoz alıyordu.
Biraz ileride, öğretmen Derya, elindeki fileyle öğrencileri için meyve seçiyor; marangoz Ali elleri talaş tozu içinde çayını içiyordu. Hepsi tesadüfen aynı tezgâhta buluştu — Değirmenköy'den Fatma Ana'nın tezgahında domateslerini alırken.
Fatma Ana gülümsedi: “Bu sene domates biraz az oldu, toprak yorgun, su sıkıntılı. Ama bak, hâlâ tat veriyor.”
Ali bir tanesini eline aldı, kokladı. “Toprak yorgun değil ana, biz yorduk onu. Her yere fabrika, her yere beton diktik. Bir gün nefes alacak yer kalmayacak.”
Mehmet başını salladı: “Ben sabah erkenden geçiyorum Çanta yolundan. Toz, duman, kamyon. Çimento fabrikası kuracaklarmış. Havayı, suyu, toprağı kirleteceklermiş. Yine halkın payına dert düşecek.”
Derya araya girdi, sesi sakin ama kararlıydı. “Ben çocuklara derste anlatıyorum; ‘Adalet sadece mahkemede aranmaz,' diyorum. Bir domatesi, bir ağacı, bir kuşu korumak da adalettir.”
Sevgi fileyi doldururken, gülümsedi: “Benim çalıştığım hastanede bir temizlikçi kadın var, üç çocuk büyütüyor. Her gün aynı sabırla geliyor işe. Bir gün dedim ki, ‘Nasıl böyle dayanıyorsun?'
Dedi ki, ‘Çocuklarım temiz hava solusun, karınları doyup temiz bir çevrede yaşasınlar, kimseye muhtaç olmasınlar diye.' İşte o kadın bence devrimci. Kimse fark etmiyor ama o fark yaratıyor.
Ali kahvesinden bir yudum aldı, gözlerini kaldırdı: “Bizim kuşak devrimi meydanlarda aradı. Oysa devrim, işte tam burada — pazarda, hastanede, okulda, fırında. Haram yememekte, yalan söylememekte, birbirini ezmemekte. Ama etkili yetkili yöneticiler her gün onlarca yalan dalavere çeviriyorsa, orda da düzgün insan çıkar mı? Hani balık baştan kokar örneği...” Yüzünde derin bir öfke dalgası belirdi.
Fatma Ana, tezgâhın altından küçük bir afiş çıkardı. Üzerinde: “Havama, Suyuma, Toprağıma Dokunma – Çimentoya Hayır!”
“Dün dernektekiler getirdi,” dedi. “Köyde her kapıya asacağız.”
Derya gülümsedi: “Ben okul panosuna asarım. Çocuklar görsün. Gelecekleri için...”
Fırıncı Mehmet uyardı: “Aman öğretmenim başınıza bir hal gelmesin” Derya kararlı bir sesle “Ne yapalım Mehmet ağabey, bunlar olurken olmamış gibi mi yapalım?”
Mehmet de ekledi: “Yok öğretmen hanım ben öyle demek istemedim. Dilsiz şeytan olacak değiliz ya! Ben de fırının önüne asarım. Gelen giden okur.”
Ali, afişe uzun uzun baktı. Çok eskileri anar gibi derin bir nefes alarak “Eskiden çoşkulu sloganlar atardık,” dedi. Gözlerinde hüzünlü bir gölge belirdi.
Sevgi yumuşak bir sesle karşılık verdi: “Belki de asıl devrim budur:Sloganı yaşamak, söylemek değil.”
Bir an herkes sustu. Yalnızca sabahın pazar sesi — esnafın çağrısı, çocukların kahkahası, domatesin sanki son kez havaya karışan kokusu...Ve o sessizliğin içinde, kimse fark etmeden, beş farklı insanın içinden aynı cümle geçti sanki: “İyi ki hâlâ vicdan var.”
Sadece kendilerinin duyduğu havada bir uğultu belirdi, milyonlarca insan hep birlikte konuşuyormuş gibi: Vicdan mı? Sorsan herkeste var! Öyleyse toprak neden ölüyor? Şirket ruhsat izinleriyle topraktaki, tanrının izisilinirken, sistemin para ve servetin tanrısını kutsayanlar, gücü kendi çıkarları için kullanırken vicdanı kirleten, işlevsiz hâle getiren bir düzene dönüştürdüler. Hem de yalanı gerçekmiş gibi pazarlayarak!
Artık vicdan da piyasaya sürülmüş bir meta gibiydi; ölçüsü menfaat, değeri sessizlikti. Oysa harekete geçmeyen vicdan, susan bir kalp gibidir — olsa ne olur, olmasa ne olur. Toprak, tüm bunları duyuyor gibiydi; yavaşça çatlayan yüzeyinden bir fısıltı yükseldi: “Ey insan… hâlâ vakit varken, dokun bana; beni değil, kendini kurtar!”

 

YORUM YAP