Ali Gülcü

Üç Meşe Fıçı

Nasıl ısırıyorsa fena hoplatıyor buranın karasinekleri. Anlamadan, bir de bakmışsın kendini tokatlıyorsun. Şaak koluna bir tane, şaak bacağına, uzun pantolonla çıksaydım ya evden. Bu sıcakta?

Yapış yapış nemli bir hava.

Civar köylüler gelmişler çınar ağaçlarının gölge yerlerine sergi açmışlar.

Kimsede konuşmaya derman yok.

Kaça?

“Şu para.”

Sabahları serin oluyor ya uzun kollu gömleklerle çıkmışlar evden.

Sıcak bastırınca da kollar dirseğe kadar sıvanmış. Gömlek düğmeleri göbeğe kadar açık. Ayakkabılar, çoraplar duvar diplerinde. Azıcık da ter kokusu var fakat olacak o kadar.

Kirazlar da kiraz ama, sulu sulu kütür kütür.

Taze soğanı, sarımsağı yeni bahçeden toplanmış, kuş cıvıltıları bir taraftan.

Görünmeyen bir el deklanşöre basıyor, çıt sesinin arkası sessizlik, çok kısa bir süreliğine elimde tuttuğum sararmış siyah beyaz bir fotoğrafa bakıyormuş gibi hissediyorum!

Bir elli yıl sonra, şu an, renkleri solmuş bir fotoğraf olmayacak mı?

Kalırsa çınar ağaçlarının gölgesi kalır diye geçiriyorum içimden.

Yedi sekiz yaşlarında hortumla yerleri sulayan, etekleri ıslak mutlu kıza bakarak, sen de altmış yaşında olursun. Çocukların, torunların olur. Fotoğraf karesinin içine hapsolmuş tüm şu anı yaşadığını bilmeyenler gibi bugünü unutursun.

Sisli geçmiş zamanda kalan yılların ardından torunlarına nasıl anlatırsın bugünleri?

“Kiraz ağaçlarımız, bostanlarımız vardı o zamanlar. Sabahleyin erkenden kalkar, kiraz zamanıysa kiraz, bostan zamanıysa kavun, karpuz toplar, motor arabasına yükler babamla birlikte kasabaya satmaya götürürdük. Öğlen olunca ekmek içine köfte yerdik. Köye dönerken de babam elli lira verirdi, harcamazdım.”

Kirazlar elli lira, elli liralar da çeyiz olur sonra.

Ah ne günler ne günler…

“Motor” diyor göze görünmeyen yönetmenin sesi, hayat akıyor, denizde yaşadığını bilmeyen balıklar kaldığı yerden devam ediyor.

İlle de bir gülümseme kalır ya.

Olmayacağını anladıktan sonra, affettikten sonra, yolladıktan sonra, kaldıktan sonra, yıllar geçtikten sonra…Gülümsemekten çok sızı gibi şey, hayat çiziği! Öyle bir şey oluyor.

Mahalle aralarına atıyorum kendimi.

Üç meşe fıçının üzerinde iki saksağan, arkadaş bir cilveleşmek bir cilveleşmek, kuş gibi şöyle. Kanatların varsa uçacaksın, der gibi bakıyor biri.

Deklanşöre bu defa ben basayım diyorum, geç kalıyorum.

Kuşlar uçuyor, fıçılar kalıyor.

Gelecek zamanda benim tanımadığım birinin anılarında kalacak bu fıçılar da.

Hatırladığı gibi anlatacak, anlatırken törpüleyecek cümleleri, seçecek, değiştirecek.

Anılar hep güzel olur ya, güzel olacak işte.

Eskiden nasılsın diye sorana, iyilik, hoşluk denirdi.

Şimdi idare eder diyoruz.

İyilik, hoşluktan idare etmeye gelene kadar yaşanan süreç?

İçimizde gittikçe daralan yollar, biriktirdiğimiz çıkmazlar, kaybolduğumuz kestirmeler, sobamız da tütüyor.

Üstelik kırmızı ışıkta geçmedik.

Üstelik kaldırımda yürüyorduk.

Amaaan sen de!

Olması gereken oluyorsa, yaşamamız gerekeni yaşıyorsak ve değiştirmek gibi bir şansımız yoksa?

Fidan dikmek lazım!

Bundan elli yıl sonra kalırsa çınar ağaçlarının gölgesi kalır.

Bir de yedi sekiz yaşlarında hortumla yerleri sulayan, etekleri ıslak mutlu kız çocuğu…(!)

“Kiraz ağaçlarımız, bostanlarımız vardı o zamanlar. Sabahleyin erkenden kalkar, kiraz zamanıysa kiraz, bostan zamanıysa kavun, karpuz toplar, motor arabasına yükler babamla birlikte kasabaya satmaya götürürdük. Öğlen olunca ekmek içine köfte yerdik. Köye dönerken de babam elli lira verirdi, harcamazdım.”

YORUM YAP