Ali Gülcü

Hayalle karışık

Balkonları, salon camları büyük, fıstık çamlarının arasında kalmış üç katlı, bahçesi paslanmış demir parmaklıklarla çevrili, yaşayanı olmayan bir ev. Bahçe kapısından iki merdivenle sokağa iniliyor, karşısı deniz, boğaz.

Kim bilir hangi zenginin diye geçiriyorum içimden, bir taraftan son katın balkonundan akşamüstü manzarası düşlüyorum.

Mutlu muydu en son bu balkondan bakan adam?

Gözleri dalar da kaybolur muydu maviliklerde? Pişmanlıkları var mıydı mesela?

Kimin yok ki!

Kitabını okurken bambu koltuğunda uyuya kalıyor, üşümesin diye üzerine battaniye örtüyorlardır, çıplak ayaklarında terlikleri vardır.

Banka hesabın yüklüyse, değilsen bile mutlu görüneceksin! Mutsuz zenginler, şaşırtır, endişelendirir ay sonunu zor getiren insanları, parayla saadet olacağına inanmışlardır bir şekilde.

Gülleri sulayan, yirmili yaşlarda, saçlarını at kuyruğu yapmış, siyah elbiseli, esmer bir genç kız beliriyor, iki yana açılan kapının kenarında hemen.

Az önce yoktu!

Bahçede başkaları da var!  Hepsinin yüzü dalları gökyüzüne doğru uzanan dut ağacına dönük.

Çok enteresan bir şey fark ediyorum. Evin bahçesi güneşli olmasına rağmen benim bulunduğum sokakta kar yağıyor!

Genç kız gülümseyince ben de gülümsüyorum.

Bir adım atsam?

Arkamda kumaş pantolonu, gömleği ütülü, saçları briyantinli delikanlıyı fark ediyorum o anda!

Balkonda uyuyan yaşlı adam gülüyor rüyasında, ben bozuluyorum azıcık.

Delikanlı, elimi uzatınca dokunacağım kadar yakın fakat onun da bulunduğu yer güneşli.

Gömlek cebimden not defterimi çıkarıyor, titreyen ellerimle, bir öyküde kullanırım diye yazıyorum.

‘Kar bazen sadece sizin üzerinize yağar, yaz da olsa!'

Korna sesi ile irkiliyorum, sokağın ortasında yalnızım, not defterim elimde hala.

Balık tutuyorlar sahilde, havada umutlu, neşeli bir şeyler var. Misinası dolaşmış yaşlı adama, kara kedinin şahitliğinde gençten bir adam yardım ediyor.

Sahibinin peşi sıra gelmiş av köpeğinin kafası karışık.

Neden bilmem denize sırtını dönen de var, çıkınında getirdiği ekmek arası peyniri ısıran da.

Yanında yürüyen kadına, inanmayacaksın diye başlayan bir cümle kuruyor adam.

Gülümsüyorum.

Bir adam söze inanmayacaksın diye başlıyorsa, muhtemelen yalandır!

Yalan olduğunu bile bile ne güzel şeydir inanmak…

Kandırılma isteğine bandırılmış, çocukça bir şey.

Saflıktan da hinlikten de inanmış görünebiliyor insan!

Adamın anlattığı her hikâyeye inanmış görünür kadın, günün birinde inanmış göründüğü tüm hikayelerin uçurumuna itiverir adamı.

Kanatların varsa ne ala!

 

Yürümekten yorulunca, sırtımı karaya çekilmiş bir kayığa yaslıyor ayaklarımı uzatıyorum.

Öbek öbek beyaz bulutlar, mavi gökyüzü, üzerime sinen uyuşukluk, içimden içimden bir türkü tuttursam şimdi?

Leylim ley geçiyor aklımdan.

Nasıl yazmış Sabahattin Ali?

“Seher yeli dağıt beni kır beni”.

Kula değil de yüreğimize sorabilseydik keşke, diller tamam da gönüllerin sesini duyabilseydik?

Sessizlik ne kıymetli!

Üstümü başımı silkip kalkıyorum.

Limon sandıklarının üzerinde bilmem kaçıncı sahipleri tarafından seçilmeyi bekleyen kitapları görünce, hala okumadığımız kitaplar, adını duymadığımız yazarlar var diye geçiriyorum içimden.

Ne güzel!

Duvara yaslanmış, zayıf, siyah paltolu bir delikanlı.

Yanında peynir tenekesine yaktığı ateşi, elinde çay bardağı ile denizden henüz çıkarılmış bir kazazedeye benziyor, titriyor da.

Delikanlıyı bir yerden çıkarmak üzereyken.

“Nasılsın Ali” diyor.

Şaşırdığımı anlayınca.

“İlhan ben!”

Kalıyorum öyle.

Biri dünyanın tüm seslerini kısmış, an donmuş gibi oluyor!”

“Sen kırklı yaşlarımı biliyorsun Alicik, yirmi iki yaşındayım henüz.”

Tanıyacaktım ben seni?

“Tanımanın imkânı yok, benzetiyordun ben konuşmaya başlamadan önce.”

Benim kitaplar var mı?

Gülüyor, “otuz yıl daha var senin kitapların çıkmasına, ben de göremeyeceğim fakat okudum!”

Öldü ya, şaka yapıyor, nasıl okuyacaksa?

Sokaklar dinlemeyi, bakmayı bilmeyen huzursuz ruhlarla doluyken, bedeni toz olmuş birine rastlamak!

Gülümseten tesadüfler olmasa tadı, tuzu mu kalırdı yaşamın diye geçiriyorum içimden.

YORUM YAP