Henüz İstanbul'un kaosuna düşmeden önce, Silivri kendi hâlinde bir sahil kasabasıydı. Deniz sessizdi ama rüzgâr konuşkandı. Sokağın sesiyle dalga sesi birbirine karışırdı. O zamanlar çarşı tek katlıydı. Üst üste yığılmış raflar, yükseltilmiş tabelalar, düzensiz ışıklar yoktu henüz. Her şeyin alçakta olduğu, göz hizasında yaşandığı zamanlardı.
Eski çarşı dediğimiz yer, içe ve dışa bakan dükkânlarıyla zamanın kendi etrafında döndüğü bir avlu oluştururdu. Ayakkabıcı, manav, balıkçı, simitçi… Simitin sıcacık kokusu, balıkçıların kulakları çınlatan bağırışlarına, peynirci dükkânının önünde oturan beyaz önlüklü Nadir Abi'nin “Buyurun”larına, oradan da seyyar ayakkabı boyacısının kasalarından yükselen tak tuk seslerine karışırdı. O eski cilâ kutularının kenarına sürülmüş boya izleri, fırçaların kıllarında donmuş alın teriydi. Her fırça darbesi, sanki geçmiş bir günün sessiz tanığıydı.
Simitleri son dakikada yanmaktan kurtaran ustanın yüzünde beliren o anlık şükran—kendine değil, fırının lütfuna duyulan bir minnettarlık gibiydi.
Ve hemen ilerisinde, tezgâhın üstünde can çekişen balığın titrek bedeni…
Hayatının son saniyelerinde gözlerini devirmiş bir canlının çırpınışlarını “tazelik” diye pazarlayan balıkçının sesi çarşıya karışır, onun hayata dair kabalığı gündelik telaşın içinde bir süreliğine görünmez olurdu.
Ve tüm bunların ortasında manavın tezgâhındaki portakal, domates, reyhan ve karpuz, adeta vitray gibi bir ışık oyunuyla insanın gözlerini kamaştırırdı.
Bütün bu sesler ve kokular, çarşının üstünde görünmeyen bir kubbe gibi dolaşır, her dükkânın içine biraz sinerdi.
Çarşıdaki hemen her dükkânın bir sesi ya da kokusu vardı. Ama yorgancı öyle miydi?
Onun dükkânında başka bir şey vardı: ağır bir sessizlik ve onun içinden sarkan zaman parçaları.
Yorgancının her dikişi, çocukluğumun bir yerinden sarkan unutulmuş bir ipliği geri çekip göğsüme kadar getirirdi.
Dükkânın sesi yoktu ama o sessizlikten çok şey anlardım. Dükkânın içi pamuk tozuyla doluydu. Güneş bile camdan süzülürken tereddüt ederdi. Kocaman bir platformun üzerinde bağdaş kurmuş bir adam, elinde koca iğnesiyle yorganları söker, diker, içlerine pamuk doldururdu.
Katlanmış yaldızlı yorganlar, anneannemin evindekilere benzerdi. Kalın, bembeyaz iç yüzleri; dış yüzleri ise parlak renklerde, baklava desenliydi. Bu yorganlar, kışın soğuğuyla iş birliği yapmışçasına vücuda serin dokunurlardı. Ama sonra, haline acımış gibi, seni ısıtmaya karar veren bir şefkate bürünürlerdi.
Şimdi size yorgancıyı anlatacağımı zannettiniz. Ama değil.
Esas çarşının en görkemli—ve aynı zamanda en küçük—dükkânıma geldi sıra.
Adil Tuhafiye.
Adı tuhaftı, içindekiler daha da tuhaftı. Çorap, eldiven, kurdele, düğme, kalem, oyuncak... Her şey birbiriyle ilgisizdi ama aynı rafı paylaşacak kadar birbirine katlanmış gibiydi. Tuhafiyeye tuhaflık veren belki de tam olarak buydu.
Dükkânın sahibi Adil Amca idi. Dayımın Almanya'dan getirdiği çikolataların üstündeki Mozart silüetine benzetirdim onu: beyaz saçlı, kısa boylu, hafif kilolu, ince burunlu, ince kaşlı bir adamdı. Tatar yüzlü derlerdi böylelerine. Güler yüzlü değildi. Oyuncak satmasına rağmen çocuklara mesafeli, sesi az çıkan biriydi.
Henüz ilkokul ikinci sınıftayken, okul dönüşü hep bu dükkânın vitrininde oyalanırdık.
Bazen uzun uzun bakar, bazen en ciddi hâlimizle içeri girmeye cesaret ederdik.
Biz dükkâna girmeden önce aramızda fısıldaşarak kimin konuşacağını seçerdik. Çünkü Adil Amca'ya bir şey sormak cesaret isterdi. Sorarsın, bakmaz bile. Cevap verir mi, belli olmaz. Ama yine de o dükkâna girmek, bilinmeyen bir ülkeye gitmek gibiydi. Sakızlar kutu kutu, cam tezgâhın içinde dizili dururdu. Kurdeleler, raflarda rengârenk bir sabırla beklerdi. Bir köşede şaka oyuncakları… ne olduklarını merak eder, tahmin etmeye çalışırdık ama hiçbiri deneyimlemeden anlaşılacak türden değildi. Minik hesap makineleri, plastikten oyuncak tanklar, eli silahlı, kendi etrafında dönen robotlar...
Bazı zeka oyunları da vardı—bugünkülere göre daha basit mekanizmalara sahip ama çok daha zor çözülenlerden. Pantolon askıları ve bir de rozetler… Evet, çeşitli oyuncuların ya da şarkıcıların resimlerinin basılı olduğu, seksenli yılların adeta simgesi hâline gelen rozetler.
En çok da pantolon askılarının üzerine ya da gömlek ceplerine iliştirilirdi bunlar. Hem moda, hem aidiyet, hem bir tür ses çıkaramayan hayranlıktı.
Raflarda dokunulmamış renkler, cam tezgâhın altında dizili sakızlar, düğme kutularının içindeki sessizlik, ne işe yaradığını anlamadığım ama elimle yoklamadan edemediğim şeyler... Her nesne kendi geçmişini taşıyordu ve ben onların arasında dolaşırken, kendi geleceğime dair bir şeyler duyumsuyordum.
Şimdi dünyadaki nüfusumuz arttıkça, nesnelerle olan bağımız da azalıyor.
Evlerimiz yükseliyor, dışarılarda daha az zaman geçiriyoruz. Ve artık seksenlerin o analog dünyası dijitale dönüşmüş durumda.
Ne tuhaftır ki, Adil Tuhafiye'de gördüğüm pek çok şey bugün birer dosya uzantısına, ikon resmine, dokunulamayan veriye dönüştü.
Biz çoğaldıkça dünyada işgal ettiğimiz yer de daralıyor. Daha çok varız ama daha azız.
Evren gibi…
O da başlangıçta, akıl almaz küçüklükte bir tekillikti.
Sonra birden genişlemeye başladı, büyüdü, soğudu, çeşitlendi—tıpkı bizim gibi.
Ama nasıl ki evren, günün birinde kendi içine çökerek o ilk hâline, o muazzam tekilliğe geri dönecekse...
Biz de büyürken, genişlerken... daha az yer kaplayarak, hareketsizleşip durağanlaşarak küçülüyoruz.
Tuhaf değil mi?
2022