Bir asır önce, Amerika'nın yüksek dağlarından birinde, Edwin Hubble adında bir adam teleskobunun arkasında eğilmişti. Gökyüzü sessizdi; ama o sessizlikte milyarlarca yıldız fısıldıyordu. Hubble, o gece yıldızlara bakmıyor, zamanın kendisine bakıyordu. Çünkü evrenin geçmişi, uzaklarda titreşen bir ışığın içinde saklıydı.
O dönemde bilim dünyası hâlâ evrenin “sabit” olduğuna inanıyordu. Einstein bile, evrenin genişlemediğini varsaymıştı. Samanyolu'nun, tüm evrenin kendisi olduğu düşünülüyordu. Oysa Hubble'ın elinde, karanlığı delip geçecek bir anahtar vardı: Cepheid yıldızları.
I. Yıldızların Kalp Atışlarını Dinlemek
Bazı yıldızlar vardır, sanki canlıymış gibi nefes alır. Parlar, sönükleşir, sonra yeniden parlar. Bu yıldızlara Cepheid değişkenleri denir.
Onlar aslında evrenin içindeki “doğal metre çubuklarıdır”.
Her parlayıp sönme döngüsüne bir periyot denir.
Eğer bir yıldızın nabzı yavaş atıyorsa — örneğin 30 günde bir parlıyorsa — o yıldız çok büyüktür, ışığı muazzam bir güçtedir.
Daha küçük yıldızlar ise daha hızlı nabız atar: 2–3 günde bir parlarlar, çünkü enerjileri daha zayıftır.
Amerikalı gökbilimci Henrietta Leavitt, bu ilişkiyi 1908'de keşfetti:
“Bir yıldızın parlayıp sönme süresi, onun gerçek parlaklığıyla doğru orantılıdır.”
Bu keşif, Hubble'ın teleskobuna düşen her ışığı bir ölçü birimine dönüştürdü.
Artık gökyüzüne bakarken sadece bir ışık noktası görmüyordu; o ışığın ritminden yıldızın kaç milyar kilometre uzakta olduğunu anlayabiliyordu.
II. Andromeda'nın Sırrı
1923 yılının bir gecesi, Hubble büyük 100 inçlik Hooker teleskobuyla Andromeda bulutsusu denilen sisli bir yöne çevirdi merceğini.
İçinde birkaç titrek ışık fark etti. Bunlar sıradan yıldızlar gibi görünüyordu ama biri diğerlerinden farklıydı:
Parlayıp sönüyordu… bir Cepheid yıldızıydı.
Hubble, bu yıldızın periyodunu ölçtü.
Günler, haftalar, aylar geçti.
Her parlama aralığı, yıldızın gerçek ışık gücünü ortaya koydu.
Bu gücü, Dünya'dan görünen parlaklıkla karşılaştırdığında çıkan sonuç onu sarsmıştı:
Andromeda'daki bu yıldız, bizim galaksimizin sınırlarının çok ötesindeydi.
Yani Andromeda, Samanyolu'nun içinde bir bulutsu değil — bağımsız bir galaksiydi.
Evren bir anda devasa boyutlara kavuşmuştu.
Sanki karanlık perdenin arkasından, sonsuz sayıda yeni sahne açılıyordu.
III. Işığın Rengi ve Uzaklaşan Galaksiler
Ama Hubble sadece uzaklığı ölçmekle yetinmedi.
Bu galaksilerden gelen ışığı bir prizma gibi ayırdı ve renklerine baktı.
Her element — hidrojen, helyum, demir — tayfta kendine özgü çizgiler bırakır.
Ama bu çizgiler olmaları gereken yerden biraz daha kırmızıya kaymıştı.
Bu küçük sapma, sıradan bir renk değişimi değildi; hareketin imzasıydı.
Tıpkı yaklaşan bir trenin düdüğünün ince, uzaklaşanın kalın duyulması gibi — bu da ışığın Doppler etkisiydi.
Kırmızıya kayma, bir cismin bizden uzaklaştığını gösterir.
Yani Hubble'ın baktığı her galaksi, bizden uzaklaşıyordu.
Ve daha da şaşıcısı: Ne kadar uzaksa, o kadar hızlı uzaklaşıyordu.
IV. Bir Yasa Doğuyor: Evren Nefes Alıyor
Hubble, onlarca galaksinin verisini bir grafiğe yerleştirdi.
Yatay eksende uzaklık, dikey eksende uzaklaşma hızı vardı.
Sonuç şaşırtıcı biçimde düzenliydi:
Neredeyse düz bir çizgi.
Formülü basitti ama anlamı büyüktü:
v = H_0 \times d
Galaksinin uzaklaşma hızı (v), uzaklığı (d) ile doğru orantılıydı.
Bu oranın sabiti — Hubble sabiti (H₀) — evrenin genişleme hızını temsil ediyordu.
O gün bilim, evrenin sabit olmadığını öğrendi.
Evren bir balon gibi şişiyordu.
Her galaksi, bu balonun yüzeyinde diğerlerinden uzaklaşan bir nokta gibiydi.
Uzaklık arttıkça, uzaklaşma hızı da artıyordu.
V. Işık, Zaman ve İnsan Aklı
Bu keşif sadece astronomiyi değil, felsefeyi de altüst etti.
Çünkü eğer evren genişliyorsa, o zaman geçmişte bir noktada — her şey bir aradaydı.
Zaman, uzay ve madde aynı kaynaktan doğmuştu.
Evrenin bir “başlangıcı” olmalıydı.
Bu fikir, önce Einstein'ı bile rahatsız etti.
O, evrenin ebedi ve değişmez olduğuna inanmıştı.
Ama gözlemler inkâr edilemezdi.
Einstein, Hubble'ın gözlemevine gidip teleskoptan baktığında sessizce şöyle dedi:
“En büyük hatam, evrenin durağan olduğunu düşünmekti.”
Hubble, bir formül yazmadı sadece.
Zamanın yönünü buldu.
Evrenin genişlediğini söylemek, geçmişin sıkıştığını, doğum noktasına — bir “kozmik ana rahmine” — geri döndüğümüzü söylemektir.
Işığın her salınımı, aslında evrenin kalp atışıdır.
VI. Felsefi Bir Son: Gökyüzü, Bizim Hikâyemiz
Bugün teleskoplar milyarlarca ışık yılı uzağa baktığında, Hubble'ın duyduğu aynı yankıyı hissediyoruz:
Evren sadece genişlemiyor; hikâye anlatıyor.
Her yıldızın parlaması, milyarlarca yıl öncesinden gelen bir mektup gibi.
Biz onu okurken, o yıldız belki çoktan sönmüş oluyor.
Yani gökyüzüne her baktığımızda geçmişi görüyoruz — ama aslında kendimizi izliyoruz.
İnsan, yıldızların torunudur.
Onların ışığıyla aydınlanır, onların tozundan oluşur.
Hubble'ın teleskobu, sadece gökyüzünü değil, insanın kendi kökenine olan bakışını da genişletti.
Evrenin büyüdüğünü fark eden insan, belki de ilk kez kendinin ne kadar küçük olduğunu anladı.
Ama aynı anda, o küçüklüğün içindeki aklın büyüklüğünü de keşfetti.
Çünkü evren genişlerken, onu anlayan zihin de genişliyordu.
Ve belki de bütün bu sessiz ışıkların arasında,
en büyük mucize, evrenin kendini anlamaya başlamasıydı —
bizim gözlerimiz aracılığıyla.