Sevginar Sali

Yüzünü güneşe çevir...

BİR zamanlar büyük bir dağın yamacında, küçük bir evde yaşayan bir genç kadın varmış. Bu kadın, annesi ve babasından kalan evi ile sürekli ilgilenirmiş. Evini her gün temizler, çiçeklerini sular, ocağını yakarmış. Bahçede ağaçlar yetişsin diye her gün onlarla uğraşırmış. Ne var ki, evin hemen dibindeki bu dağ kadının uğraşlarını boşa çıkarırmış. Çünkü dağ çok büyük ve korkutucuymuş. Her gün kadının evinin üzerine koca kayalar atarmış. Güneş ne kadar uğraşırsa uğraşsın kadının evine varamadan gece olurmuş, bu yüzden de bahçedeki hiç bir ağaç yeşermez, hiç bir çiçek açmazmış.
Geceleri dağdan korkutucu sesler gelirmiş. Rüzgar sesleri, kurt ulumalarına karışırmış. Kadın yine evden bir gün bile gitmeyi düşünmemiş. Çok zor geçen bir gecenin ardından, kadının aklına köydeki şifacıya gitmek gelmiş. Belki o bir çözüm yolu bulur, dağı evden uzaklaştırabilirlermiş.
Şifacı, ona “Dağı korkutmayı denedin mi?” diye sormuş. “Hayır” demiş kadın. Şifacı da “Sen ondan korkacağına dağ senden korksun. Eve git, yüzüne savaş boyalarını sür. Al eline tencere tavaları. O seni korkuttukça sen de onu korkut” demiş. Bu fikir kadının aklına yatmış. Eve gittiğinde şifacının dediklerini uygulamış. Her gün dağa karşı geliyor, o kayalar fırlattıkça kadın da ona taşlar atıyormuş. Böylece bir ay geçmiş ama dağ bir adım bile gerilememiş.
Kadın bu kez de komşu köydeki şifacıya gitmeye karar vermiş. Komşu köydeki şifacıya daha önce yaptıklarını anlatmış. Şifacı, “Çok yanlış, çok. Öfkeyle bir yere varamazsın, ona sevgi ile yaklaşman gerekir. Güzellikle rica et, onu sevdiğini söyle gidecektir” demiş. Genç kadın, bu fikir daha önce neden aklına gelmedi diye hayıflanmış. Doğruca eve gidip şifacının dediklerini yapmış.
Her gün dağa övgüler düzüyormuş, o kaya attıkça kadın ona öpücükler yolluyormuş. Bir ay böyle geçmiş. Bir ayın sonunda dağ bir adım bile ilerlememiş. Genç kadın elinden bir şey gelmeyeceğini düşünmeye başlamış. Umutsuzluk içinde kaderine boyun eğmesi gerektiğini düşünmüş. Ta ki bir sabah kapısı çalınana kadar. Gelen gezgin bir şifacıymış. Onu içeri davet etmiş, güzel bir sofra hazırlamış. Şifacı da ona teşekkür etmiş, üzgün göründüğünü söylemiş, hatırını sormuş. Genç kadın derdini ve yaptıklarını anlatınca da şifacı kahkahayı koyuvermiş. “Ah” demiş, “Bunlarda hiç akıl yok. Hiç koca dağ, dağ dansı yapmadan gider mi? Şimdi ben gittikten sonra sen bir bohça hazırla, içine de evde sevdiğin ne varsa doldur. Onlar sana güç verecek. Dışarı çık, yüzün eve ve dağa dönük olsun. Kapat gözlerini ve dans etmeye başla. Dört adım geri, üç adım ileri. Dört adım geri, üç adım ileri. Buna kendini iyi hissedene kadar devam et. Sonra dur ve bak. Dağın gittiğini göreceksin.” Şifacı evden gittikten sonra kadın hemen bohçasını hazırlamış, evden çıkmış, dağa yüzünü dönmüş, gözlerini kapatmış ve dans etmeye başlamış. Dört adım geri, üç adım ileri…. Sonra bir an yüzüne bir sıcaklık yayılmış, göz kapaklarının arasından içeri süzülen ışıklar, kendini çok iyi hissediyormuş. Durmuş, nefes nefeseymiş. Gözlerini açmış. Dağın gittiğini görmüş. Güneş içini ısıtmış. Bohçasını başından indirmiş, kocaman gülümsemiş. Yeni evini bir narenciye ağacının yanına kurmuş.
***
Hayatta bazen, her ne yaparsak yapalım hiç bir yere varamıyoruz gibi gelir. Bir çözüm yokmuş gibi. Her şeyi denediğimizi düşünürüz. Bazı şeyleri olduğu gibi kabul etmek gerekiyor belki de.
Değiştiremeyeceğimiz şeyler olduğunu bilmek, bizim değişmemize olanak sağlıyor.
Karşımızdaki kişinin davranışlarını, fikirlerini değiştirmeye, onu olduğundan daha farklı biri yapmaya odaklanmak beyhude bir çaba. Halbuki kendimizle ilgilendiğimizde, bakış açımızı genişlettiğimizde daha mutlu oluyoruz. Böylece olanı olduğu gibi kabullenmekte zorlanmıyoruz. Çünkü önce kendimizi kabul ediyoruz. İçinde bulunduğumuz durumu görmeye başlıyoruz.
Bu masal her savaşın, dans eder gibi neşeyle olması gerektiği öğüdünü de verir.
Bazen, sadece gitmek gerekir. Bağlanmayı ve zamanı geldiğinde de bırakmayı öğrenmek gerek.
*Sıla Topçam

YORUM YAP