İbrahim Çeşmecioğlu

Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi

İlk, meşhur bir otelin giriş katında başlatılan İstanbul kitap fuarı, birkaç yıl sonra Taksim'de değişmeden yıllarca yapılacağı ve o çok bilinen Çiçek pasajının güneyindeki adrese taşındı..

Biz ise o zamanlar daha liseyi yeni bitirmişiz, ilk gençlik yıllarımız. Evrensel sol değerleri savunan gözü pek gençleriz anlayacağınız. Haftasonu olup arkadaşımla aylarca iple çektiğimiz kitap fuarında, yani Taksim'deyiz o gün. Gidenler şimdi tarif ettiğimde hatırlayacaklardır. Hemen fuar alanının nispeten daha altta olan ilk bölümün merdivenlerinden yukarıya, yani ikinci bölüme tırmanmaya çalışıyoruz. Ama nafile! Zannediyorum Pazar günüydü ve olağanüstü bir kalabalık. Bir de çok geniş olmayan basamaklardan düzenli bir iniş çıkış olmadığı için büyük bir karmaşanın içinde bulduk kendimizi. Ama neylersin ki bütün sevdiğimiz yazarlar kitaplarını imzalamak üzere haftasonu bulunuyorlar stantlarında. Son basamaklara doğru yaklaştığımızda, tam merdivenlerin başında duran ve biteviye söylenen adam iki elini karşısında duran kişilere yuh size der gibi sallayıp, bizim yanımızdan hışımla aşağıya yöneldi, kayboldu gitti. O arada bizde ite kaka tepeye, yani fuarın ikinci bölümüne çıkmıştık zor da olsa. Bir kaç gün önce fuar tanıtım bültenine bakarak bu bölümde daha önceden belirleyip kitabını imzalatacağımız yazarların ilki Can Yücel'di. Vakit kaybetmeden ve daha çok kalabalık olmadan işimizi bitirmeliydik. Çünkü hafta sonu istirahatini yapan herkes akın akın binayı dolduruyor, biz ise neredeyse nefes alamayacak kadar sıcak ve havasız bu alandan bir an önce çıkmak istiyorduk. Bin bir zahmetle biriktirebildiğimiz kuş kadar harçlıklarımızla alabileceğimiz kadar kitabı alıp, görebildiğimiz kadar yazara ulaşarak, günün finalini Çiçek Pasajında biralarımız eşliğinde yapmak istiyorduk. Büyük bir kitabevinin önünde yine çok büyük bir Can Yücel resmi vardı ki artık usta şairle aramızda bir nefeslik mesafe kaldığının sevinciyle önünde durup soluklanalım da dedik azıcık. Öte yandan da arkadaşım kitabevi çalışanlarından olduğunu tahmin ettiğimiz gömleği sırsıklam tere batmış kişiye Can Yücel'in burada olup olmadığını sordu. Yorgunluktan ve yoğunluktan yüzüne dünyanın sanki bütün öfkesi vıcık vıcık ter,kara sarı arası bir öfke olup yerleşmiş genç, “az önce buradaydı.. hepimize bir güzel sövdükten sonra tekrar gelmeyeceğini söyleyerek gitti arkadaşlar” dedi. Demek ki merdivenlerin başında karşısındaki kişilere hiddetle söylenen sakallı adam oydu ama biz birkaç dakika farkla kaçırmıştık kendisini. Suratımız düştü, üzüldük.. hem de nasıl.! Sen kalk almış kilometre uzaktan en çok da Can babayı görmeye gel ama yüzüne bakıp iki cümle edemeden geri dön! Şansın böylesine ne denir ki!

Güzel yıllardı arkadaş; çok özlenesi zamanlar..

Fuarın havası da, hissettirdikleri de müthiş kıymetliydi o vakitler. Ve gelmişken, Can Yücel'in yayınevine de uğramışken kitabını almadan olmazdı elbette. Evet, kendisini görüp kafamızda günler öncesinden hazırladığımız soruları yöneltememiştik ama bizim için kitap, bizim için şairler... hayatımızda yazan, düşünen ve düşünerek dünyayı güzelleştirenler hep önemli, hep sıra dışı insanlar olarak kaldılar. İşte şimdi, yıllar sonra böyle kıymetli anısı olan o kitabı kütüphanemden buldum ve elimde tutuyorum. Can babaya imzalatamadığım ama okuyup bitirdiğim şiirlerinin sonuna fuara gittiğimiz tarihi yazarak şu cümleyi not düşmüşüm:

“Küfür hep sert, hep acıtıcı, hep incitici olmaz ki.. kimi de senin gibi söverek sever, söverek silkeler, söverek öğretir değil mi!”

Can babayı özlem ve saygıyla anıyoruz.

 

TÜRKÜLER SÖZCÜKLER

Türkülerin zaman içindeki izleri ile kimi sözcüklerin ilginç öykülerini okuduğumda hoşuma gittiğinden olacak ki, çabucak silinip gitmezler hafızamdan. İngiliz dilindeki “gossip” sözcüğünün on ikinci yüyıldan günümüze, döne yuvarlana nasıl ilginç bir değişim geçirdiğini okudum bir dergide geçen akşam. Sözcüğün ilk hali “godsibb” miş aslında. Good “Tanrı”, “sib” ise “sibling” den, yani kardeş manasına gelen sözcükten budanıp birleştirilerek godsibb biçimini almış. Bir sonraki aşamada İngilizler vaftiz annesi ve vaftiz babası manasını yakıştırmışlar sözcüğe. Doğum esnasında gerçek anne ve babanın yanında, vaftiz anne ve babanın da bulunması gelenek olduğu için, çocuğun dünyaya gelmesini beklerken birlikte konuştukları şeylerin ismi  godsibb olmuş bir müddet sonrada. Sözcük son bir değişim daha geçirerek, ebeveynlerin aralarındaki sohbetlerinden hareketle olsa gerek, şimdiki gossip, yani İngilizcede dedikodu anlamına gelen şeklini almış. İlginç doğrusu.. dedikodunun ilk aile kurumunda başladığının ispatı sanki değil mi!

 

GÜLÜ GÜL İLE TARTARLAR

Sadece iki dize olan bana ait bir şiir aklıma geldi başlığı attıktan hemen sonra. Canımı yakan ve içimi acıtan olayların derinimdeki yayılımını durdurmak için ilaç niyetine tekrarlarım bu iki güzel dizeyi zaman zaman. Böyle büyük yıkımların ardından dilerim siz değerli okuyucularıma da iyi gelir:

Üşürsünüz çok sevin,

Kış kapının ardında..

Pek çok aile gibi bu hafta sonu bizde kışlık yiyeceklerimizi hazırlamak için büyük bir telaş ve çaba içindeyiz efendim. Bendenize izin yok hafta sonu anlayacağınız! Domateslerimiz bu yıl çok iyi olmayınca konu komşudan tamamladık  kış için konserve ihtiyacımızı. Keşke derdimiz sadece bundan ibaret kalsaydı. Ağız tadı, yürek tartımı hazlar bırakmadılar yurdumda. Her şeye rağmen toparlanmak lazım... direnmek, eğilmemek, taşıyıcı olmak lâzım. İnsandan insana; insandan kapkara yangın alanlarına umudu sırtlanıp taşımak lâzım. Bıraktılar mı ki! diye dövünmeyin. Yoksa eğer, hiç kalmamışsa, derhal umut icad edin.. umut icad edin!

Gül alırlar gül satarlar,

Gülü gül ile tartarlar

diye, gördüğü her canlıyı kalbiyle ölçenlerin evlâtlarıyız bizler. Enseyi karartmayın sakın, elbette küllerimizden döl verecek tekrar rengârenk güllerimiz..

Fakat cezasız kalmasın isterim ateşi yakanlar, seyirci kalanlar, can alanlar!

Gün yüzü görmesinler, güneşe hasret kalsınlar.. gül'süz, gülüş'süz, yurtsuz kalsınlar isterim...Merhameti taşımayan ruhları tarumar olsun isterim. Hadi memleketimin bütün soylu insanları.. toprak olun, ağaç olun, yağmur olun, yeşil olun, kuş olun, orman olun...orman olun...orman olun.

 

HARUN KARADENİZ

Amerika'nın sınırları Kars'tan başlar” diyen ABD başkanının askerlerine alkış mı tutmalıydık…”

*Harun Karadeniz

Yurdumun, başına gelen her kötü olaydan kendine bir türlü çıkış ve çözüm bulamaması, aslında hiç birimizin itiraf etmeye yanaşmadığımız doğaya, insana ve bu iki yaratıcı gücün oluşturduğu varlıkların değerini katiyen fark edememiş olmamıza sebeptir! Ne çok gencini, aydınını, emekçisini değirmen gibi öğüttü bu ülke, ne çok!

Harun Karadeniz'de İTÜ'de okuyan cevher genç devrimcilerdendi. Okulunda öğrenci birliğini kuran, memleketinin geleceği için düşünüp örgütlenen ve aktif çalışan gençlerdendi. Bir çok solcu arkadaşının aksine öğrenci hareketlerinin, işçilerle, köylülerle birleştirilmesinden yana tavır alınmasını ısrarla savunan gözü pek bir delikanlıydı o.. Çok genç olmasına rağmen öyle yoğun çalışıyor, öyle çok üretiyor ve okuyordu ki hayatını kaybettiği güne değin tam beş tane de kitap yazmayı becerebildi Harun.

Gün geldi aydınları, öğrencileri, kafası çalışan yurtseverleri öğüten faşist dişli ile o dişliyi çeviren küçük çıkarcıların kurbanlarından biri oldu ne yazık ki kendisi de!

Hapishanede yargılanması devam ettiği günlerde bir de kansere yakalandı genç Harun. Fakat tedavi edilmesine değil ölmesine karar verilmişti çoktan. Onun için hastaneye yatmasına, tekrar sağlığına kavuşmasına izin verilmedi katiyen. Pisi pisine hayatını kaybeden yüzlerce aydın ve iyi insan gibi 15 Ağustos 1975' te umutlarını, hayallerini devrimci arkadaşlarına emanet ederek hayata gözlerini yumdu.

Anısına, uğraşlarına, temiz ruhuna saygıyla.. yıldızlar yorganı olsun.

YORUM YAP