Ali Gülcü

Müzeyyen

Sararmış yaprakları mı? Baharı, papatyaları, gelincikleri mi yazayım bilemedim. Kasabaya kar yağıyordu ve evin zar gibi camları buz tutmuştu diye başlayabilirdim cümleye, siz inanırdınız. Olmamışı olmuş gibi, yaşanmışı yaşanmamış gibi de anlatabilirim. Ağaçlarla konuşan gönül gözü açık insanlar, menekşeleri ile dertleşirken şarkı söylediğinin farkına varmayan kadınlar.

Bir tutam hüzün, bir çorba kaşığı hadi canım sen de, bolca vefa, tonlarca iyilik, her nasılsa gülerek, dize vurarak söylenen samimi bir yapma yahu!

Sabırla dinleyen sırtı yosunlu deniz taşları. Görmüş geçirmiş, zamanın yüzlerinde derin izler bıraktığı ille de elleri nasırlı balıkçılar. Pullu balık, yalnız martı, kumdan tepe.

Sonsuzluk, şu her gece açtığım beyaz sayfa mı?

Dün gece çilingiri kurdum balkona düşünüyorum bir taraftan, Müzeyyen'i dinliyorum.

Müzeyyen Senar denmez, Müzeyyen denir. Aynı mahallede büyüdüğünüz ablanızmış da eski zamanlarda sıkı fıkıymışsınız gibi.

Müzeyyen'i canlı izleme şansım olmadı.

Yeşil Yol filminde John Coffey'in repliği geldi aklıma.

“Ben hiç sinemaya gitmedim patron”.

Şu sihirli beyaz perdede ve sihirli beyaz sayfada her şeyi yapabilmek mümkün.

Seksenli yıllara geri dönüp, Müzeyyen Senar'ı yaşadığım kasabanın tek yazlık sinemasına getirebilir, param olmadığı için dut ağacının üzerinden büyülü gözlerle izleyebilirim!

Babamın görevi nedeniyle protokolden izledim yazmak daha havalı olurdu ya, neyse! O zaman sahneden yanımıza gelip aman sen ne şeker şeymişsin deyip beni öpebilirdi de. Yanağımda ruj izi kalırdı.

Çilingire yalnız oturunca ki uzun süredir özellikle tercih ediyorum.

Kendi içindeki kilitleri kurcalamaya başlıyor insan.

Kilit deyince de öyle küçük olanları gelmesin gözünüzün önüne, hani şu anahtarı neredeyse yarım kilo, pas tutmuş olanlardan, zor açılanından…Şehrin anahtarının açacağı gibi bir şey.

Müzeyyen olsa “amaaan sen de boş ver” der, elindeki kadehi yere atar, kırar, güler sonra anlatmaya başlardı. “O zamanlar kocam çok kıskanırdı beni arada parpalardı!”

“Eğer öyküde bir tabanca geçiyorsa sonunda mutlaka patlaması gerekir” der Anton Çehov.

“Bir tutam hüzün” yazdım diye tetiği çekiyorum

Küçük şehzade elindeki simidi kendisini boğmaya gelenlere uzatır, “ister misiniz” der. “Bitene kadar bekleyebilir misiniz?”

Gün batımları, oltaların suda olduğu, sadece yaşayanların bildiği üzerimize çöken rehavet.

Böyle zamanlar dillendirilirken o koca koca sivrisinekleri unuturuz da çakıl taşlarını ve denizi okşayan dalgaları anlatırız uzun uzun.

Herkesin kilidi kendine büyük.

Benim elimdeki anahtarı sen küçümsersin mesela.

Senin kilidin bana komik gelir.

O meşhur şarkıdaki gibi “senin derdin dert midir, benim derdim yanında”

Seni sadece sen anlarsın demeye çalışıyorum.

Bunu anlayınca da tetiği ikinci defa çekmiş oluyoruz.

“Çilingire yalnız oturunca ki uzun süredir özellikle tercih ediyorum.”

İki çeşit ahtapot var!

Biri başına gelenler yüzünden sürekli başkasını suçlayan ahtapot.

(Sosyopat)

Diğeri başına gelenler yüzünden sürekli kendini suçlayan ahtapot.

(Gizli depresif)

Sosyopat ahtapotla, gizli depresif ahtapotun arkadaş olduğu, finalinde kendi bacaklarını yemeye başladıkları bir öykü de karalayabilirim şu sihirli beyaz sayfaya. Mürekkep balıklarını, irinaları ve balon balıklarını da unutmamak lazım.

Tarih nerede yanlış yaptığını ararken kaybolan insanlarla dolu.

Kimsenin inkâr edemeyeceği bir sebep sonuç ilişkisi var.

Ektiğini biçmek.

Yaşattığını yaşamak gibi.

Başladığın yere geri dönebiliyorsan ne mutlu.

Sürekli arıyoruz tabi.

Eksik olanı, boşluğu, görmediğimizi, anlatamadığımız ve hatta bilmediğimizi.

Turgenyev olsa
“ Bir şey aramaya başladığında kulaklarının arkasına bakmayı unutma derdi.”

Müzeyyen;

“Bırak aradığın seni bulsun.”

Müzeyyen Senar denmez, Müzeyyen denir. Aynı mahallede büyüdüğünüz ablanızmış da eski zamanlarda sıkı fıkıymışsınız gibi.

Bu da üç…

 

Hamiş; Müzeyyen Senar 2015 yılında 97 yaşındayken aramızdan ayrıldı. Benim Müzeyyen'i canlı izleme şansım olmadı. Dut ağacı hariç!

YORUM YAP