Ali Gülcü

Komparsita

Rüzgarlı, serin, dalgaların kıyıyı dövdüğü bir günün öğleden sonrası. Eskiden açık hava düğünlerinin yapıldığını düşündüğüm, omuzları çökmüş, dilsiz yıkıntının misafirleriyiz.
‘Bar tam şu köşedeymiş' diye geçiriyorum içimden. Işıklar sönüyor gelin ve damat el ele giriyor kapıdan, gece, spotlar onların üzerinde. Alkışlar, ıslıklar, duyamadığım bir şarkıda dans ediyorlar. Birazdan pasta kesilecek, uzun takı merasimi, kuyrukta canı sıkılan insanlar, toplu iğneler, altın kutuları, mevsimlerden yaz ya sıcak!
Masalarda meşrubat, meyve suyu kutuları, masa altlarında kaşla göz arasında bardaklara doldurulan ateş suyu, akademisyen titizliği ile birbirlerinin kıyafetlerini inceleyen kadınlar, ağız kapatılarak kulaktan kulağa yapılan dedikodular, her davetliye birer dilim pasta.
‘Oyun havası' diye geçer de hüzünlü bir tarafı da vardır Kadifeden Kesesinin.
Aniden çıkan rüzgarın kitabın sayfalarını çevirmesi gibi geçmişte yaşanmış düğünden, davetlilerden, mutlu çiftten ayrılıyor günümüzün gerçekliğine dönüyorum.

***
‘Balığa gelmenin en sıkıntılı tarafı nedir?' diye soracak olursanız, ‘Malzemeleri kıyıya taşımak' derim. Balığın ilk vurduğu an da en keyifli zamanıdır nazarımda. Portatif iskemleden fırlayış, balığı hissetmek paha biçilemez.
O bildik telaş tekrar yaşanıyor, sanki oltalar on dakika sonra suda olsa kıyamet kopacakmış gibi aceleyle yemler takılıyor, titreyen ellerle oltalar atılıyor.
Beklemeye başladıktan kısa bir süre sonra günübirlik balıkçılar kendi iç dünyalarına çekiliyor. Dalgın, denize bakan gözler, kolları kavuşturmalar, iç geçirmeler, geçmişte yaşanmış bir diyaloğun canlanması, beynin kıvrımları arasına sıkışmış bir fotoğraf karesi, çok uzun zamandır duyulmamış, özlenmiş sesler, rüzgara karışmış kokular. ‘İlle de şunu düşüneyim' diye beklemeye başlamaz balıkçı. Geçmişin paslı kilitlerini açan tetikleyiciler olur. Siz denizin kenarında beklerken, bir gezi teknesi geçer, ne zamandır dinlemediğiniz unuttuğunuzu zannettiğiniz bir şarkı çalıyordur.
Sahilde yürüyüşe çıkmış genç kadın ‘balık var mı?' diye kovanıza bakar, parfümünün adını pat diye mırıldanıverirsiniz.
Tekneyi temizlerken eski, sararmış bir gazete sayfası geçer elinize, tarihine bakarsınız, hop o günde yaşamaya başlarsınız.
Kumların arasında paslanırken tesadüfen bulduğunuz çakı, sizin yıllar önce kaybettiğiniz çakının aynısı değil midir? Arkadaşınızın giydiği yağmurluğun benzeri sizde de vardır çok önceden, üstelik birinin hediyesidir.
Düşüncelerin sizi orada beklediği de olur! Pusuya yatmış melankolik ruh halinin üzerinize çöktüğü de!
Becerikliyseniz randevu verdiğiniz hislerinizle buluşursunuz deniz kenarında.
Çok becerikliyseniz geçmiş yaşlardaki hallerinizi misafir eder sohbet edersiniz. Gelecek masaya oturana kadar öğüt veren balıkçı siz olursunuz.
Kaybettikleri insanları gördüklerini ve fısıltılarını duyduklarını iddia eden balıkçılara da rastladım laf aramızda. Rast gelmiş besbelli. Kamış öne doğru eğiliyor, heyecanla oltayı sarmaya başlıyorum, çok geçmeden günün ilk çuprasını atıyorum deniz suyu doldurduğum kovaya. Balık tüm gücüyle kovanın içinden dönmeye başlıyor, birazdan bulunduğu durumu anlayacak sonra kabullenecek ve mücadele etmekten vazgeçecek. Arkadaş sohbetlerinde o sonbahar yakaladığım ‘ilk çupra' olarak kalacak hatıralarımda.
Kim bilir belki öyle hatırlanmak bile iyi bir şeydir! Çupra için olmasa bile balıkçı için.
Bin dokuz yüz otuz sekiz yazının kelimenin tam anlamıyla olağanüstü bir yaz olduğu yazar kitaplarda. Düşünsenize; ikinci dünya savaşından önce, bir sonraki yazı göremeyecek milyonlarca gencin son yazı ve hiçbiri bunu bilmiyor!
Gelecekte yaşanacaklardan bihaber olmanın derinliği ve anlamına şapka çıkarmamak mümkün değil.
Değiştiremeyecek olacaklarını bildikleri halde başlarına gelecekleri kısa bir süre de olsa görme şansları olsaydı ne yaparlardı diye merak ediyor insan.
Hiçbir şeyi ertelemezlerdi herhalde!
İçinde bulundukları durumu anlarlar, kabullenirler, en azından sevdikleriyle vedalaşırlardı.
Hissedenler de olmuştur muhakkak, kalbin bildiğinden beynin haberi olmaz derler ya öyle bir şey herhalde, emin olamamışlardır, ölümü kendilerine yakıştıramamışlardır.
“Birader!” Sesin geldiği tarafa dönüyorum yüzümü. Kısa boylu ben yaşlarda bir arkadaş, çakmak istiyor, veriyorum. Sarı çizmeleri, kendine büyük gelen yakalarını kaldırdığı bir paltosu var.
Balığa çıkacak, palamarı çözüyor, küreklerin ip halkalarını ıskarmozlara geçirmesini, kıyıdan uzaklaşmasını ve sırtının küçülmesini izliyorum.
Kırmızı eski sandala ad koymak kimsenin aklına gelmez mi yahu? Tarif ederken eski, kırmızı kayık diyorlardır belki de veya sahibinin adıyla anılıyordur? Filancanın kayığı…
Çok eski bir zamanda bağlarda bir kadın yakmıştı kendini. Kim olduğu anlaşılsın diye kocasının mesleğini ve adını yazmıştı ayakkabısının içine.
Kendim görmemiştim ama öyle anlatmışlardı. İçim acımıştı hiç tanımadığım kadına. Her insandan ya küçük bir çıkın veya küçük bir ahşap kutu kalır ya geriye ondan da ayakkabıları kalmıştı.
Bağlar da yandı sonra! Meyve ağaçlarının, asma kütüklerinin yerini zavallı insanların nefes alıp verdiği çirkin apartmanlar aldı. Çirkin apartmanlarda yaşayanların, soluk benizli, mutsuz çocukları oldu.
Karaciğeri iflas etmiş, beyni alkolden muhallebi kıvamına gelmiş, gündüzleri iş adamı, geceleri el yordamıyla evinin yolunu bulmaya çalışan yarasaya dönüşmüş mirasyedi ağabeyin söylediği gibi oldu her şey “herkes tercihlerinin sonuçlarını yaşadı.”
Yakaladığım ikinci çuprayı kovaya, artık sırt üstü dönmüş, hareketsiz kalmış diğer çupranın yanına atarken, spotlar yıkıntının kapısını aydınlatıyor.

***
Gelin ve damat giriyorlar içeriye, alkışlar, ıslıklar kıyamet gibiyken orkestra Komparsita'yı çalmaya başlıyor. ‘Kadifeden kesesi' oyun havası diye geçer fakat hüzünlü bir tarafı da vardır…

YORUM YAP