“Tat yok gecesinde gündüzünde
Ben neyleyeyim bu yeryüzünde,”
diye dizeleriyle sitem eden Andülhak Hamit'ten henüz habersizken daha, düşünsel tatlar almanın karşı koyamadığım şehvetine düşmüştüm. Çocuktum, kimsenin doğru düzgün adam yerine koymadığı, memleketimin sessiz çoğunluğuydum! Zannediyorum ilk olarak içimdeki acıma duygusunun da tesiriyle, boynuzlarını birbirine kuvvetlice vurarak dövüşen ineklerimizden birinin kökünden kırılan uzantısının yaralı boşluğundan tekrar çıkmasını çok istediğimdendir ki, böyle bir şeyin mümkün olup olmayacağını günlerce araştırmıştım. Us dairem biraz daha genişlediğinde ise, köyümde yaz kış boşa akan derelerimizin üzerine baraj kurup ‘enerji üretebilir miyim' düşüncesi aylarca kemirmişti canımı da, böyle bir su hacminin yeterli olmayacağını öğrenip huzura ermiştim.
Nerde ayakları kopmuş, kulakları kesilmiş, vücudu yara bere içinde kedi köpek varsa, bahçemize toplayıp onlara yapay organ oluşturma çabalarımı da sayarsak, çevremizdeki bilumum ıstırabı, sanki dünyanın bütün yükünü taşıyacakmış kadar cesurca sırtlanmak istediğimi hatırlıyorum çocukluk yıllarımda!
Daha o zamanlardan adil bir adam olacağım, ezilenin yanında duracağım ne kadar belliymiş değil mi efendim?(yazar burada, yazının gidişine göre motivasyon için kendini cilalayıp eser miktarda motivasyon sağlamak istiyor sevgili okurlar.. haa ha ha.)
Sömürüldüğünü, zulmedildiğini fark ettiğim her kim ve ne varsa ona karşı kafamda başlayan sorular ve aynı zamanda sonu olmayan çözümler aramakta demekti! O yaşlardaki fikrimce bulabildiğim çarelerin bazıları son derece gerçeküstü olurken, diğerleri de şu anda bile bana hayret verecek kadar durulmuş bir kişiliğin öngörüsü gibi derli topluydu. Şimdi bulunduğum yerden ardıma baktığımdaysa, kimi çok huzur duyuyorum, kimi ise yaşadıklarımda gülümsetecek çocukça kusurlar buluyorum. Ama en çok, içimde boydan boya gidip gidip tekrar geri gelen kuzguni bir özlem duyuyorum çocukluğumun karşısında.
Beyaz sabun kokusu, sadece temizlik olarak yorumlanmazdı toplumda.. annelerin kalbine düşen huzur payı, evin ocağın prestiji, çevreye saygı diye yansıyan mucizevi bir çabanın da adı sayılırdı. Sabun kokan dirseği sökük kazağımı, burunlarını topa vurayım derken bozuk zemine attığım tekmelerle soyduğum mavi ayakkabılarımı, üzerine uzunca ve kalınca bir balya teli takıp ayakta sürmeyi akıl ettiğim naylon Reno steyşın arabamı, babamın söğüt ağacının ince dallarından düdük yapmayı öğrettikten sonra benim de yapmam için pazardan aldığı gümüşi renkli çakıyı... pembe dudaklı, siyah burunlu, yamçı kuyruklu, gri-sarı-kara renkli köpeklerimizi bir bilseniz nasıl özledim; anlatmak katiyen mümkün değil! Bazen böyle anlatımsız kaldığım zamanlarda, barometrenin ısıyı ölçmesi gibi, insanın içinden geçenleri de ölçecek bir alet icat edilmez miydi diye düşündüğüm çok olmuştur hani. Mesela sıfırdan yüze kadar olan skala üzerinde, son rakama yaklaşan ölçümler insanın delirecek kadar çok özlediğini anlatsa! Veya yüze dayanan ibrenin insanın ömründe en çok, belli de en son isteği olduğunu belirten bir düzenek bulunsa, müthiş bir şey olmaz mıydı ha!
Farkındayım, konu çok dağılmadan yazının sınırlarını çekip çevirmeliyim artık. Ama bunu usulünce mi, yoksa meşrebimce mi yapmalı karar veremedim. Sanki kendini zoraki sürdüren bir metin bu; hissettiniz siz de değil mi! Sorsanız delişmenimdir biraz, ama ne yalan söyleyeyim cümlelerle didişmek şu anda hiç arzu etmediğim bir durum. Peki, sürdürüyorum metnin ardına takılıp yürümeyi, bakalım nereye ulaşacağız efendim!
Şimdi andığımda kirpiklerimin dibine kadar sızısını duyduğum çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın temel dayanağı, o günkü koşullarda çerçevesini oluşturmaya çalıştığım yaşam biçimimdi diyebilirim. Ben ve arkadaşlarım, kırağının kerametini sabahın ilk ışıklarına kadar bedenlerine yedirerek büzüştürdüğü karanfillerin, karagözlerin, sardunyaların güneşle güldüğünü görerek büyülenip de öyle büyüyenlerdeniz! Biz sağlı sollu ahşap bahçe kapılarını işgal etmiş koyu yeşil renkli, beyaz sarı çiçekli hanımelilerin şimdilerde ömrümüzü terki diyar ettiği nefis kokularında inançlarımızı oluşturanlardanız erenler!
Merak duygusu değil midir beşeri kâinatın sonsuz boşluğunda imleyen ve o bilinmezlikte kaybolmasını önleyen! Aslında insanın beş değil, otuzun üstünde duyusu mevcuttur. Gördüğü, dokunduğu, yoğunluğunu duyduğu oranda kalbine yazdıklarının peşine düşmez mi kişioğlu! O heves değil midir gelişip güzele varmamızı kolaylaştıran. İlk Afrika'nın doğusundan yeryüzüne yayıldığını bildiğimiz atalarımız, önündeki tepelerin ardını merak ettiği için dünyayı keşfetmiş değil midir? Böyle böyle bugünün hayret verici gelişmesine ulaşmamış mıdır aslında insanlık?
Zannederim, benim de bilmeye olan açlığım, çobanlığını yaptığım ineğimizin kökünden kırılan boynuzunun tekrar vücut bulmasını istememle birebir alâkalı olmalıdır. Hatırladığım kadarıyla bir başıma ilçeye varıp, o zamanlar sadece belediye bünyesinde görev yapan veterinere kadar ulaşmıştım bu nedenle. İğne, ilâç, merhem ne varsa sorup zavallı adamı bilabedel yormuş, ama bir o kadar da şaşırtmıştım sanırım. Tek boynuzu kalmış hayvancağızın kafasındaki kanlı oyuğun üzerinde sinekler gezen sancısını bazen gözümde canlandırıp bugün bile üzülürüm!
Şimdi bütün yaşadıklarıma bakarak rahatlıkla diyebilirim ki, insanlığı geliştiren etmenlerin en başında merak ve empati duygusu gelmektedir. Ancak, yalnızca ikisidir demek sınırlı, hem de sorunlu bir yaklaşım olur. Belki iki temel duygulanım şeklimizi açımlamak ihtiyacı içindeydim demek çok daha yerini bulan bir ifade olacaktır. Yani, bilhassa hayatımızdan gelip geçen o zavallı hayvanların ızdırabını özünde anlayan kişi çareleri önüne koyar öyle düşünür. Ve, veya bozulmuş bir saatin içini açarak elemanlarını kurcalayan.. ya da çevresinde sürekli gözlem yapan meraklı kimseler zamanla sağlıklı bilgilere ulaşacaklardır. Bulduklarıyla ise deneyip yanılarak, yenilmez ve yanılmaz olmanın yollarını arayacaklardır yaşadıkça…
(yazı devam edecek)

YORUM YAP