Ali Gülcü

İçimizdeki ses

Telaş içinde, kurumuş sonbahar yaprakları misali oradan oraya savrulurken gökyüzüne bakmayı unutuyoruz. Çocukken uçakların arkalarında bıraktığı izlere bile hayret ederdik oysa.

“İzler kendi kendine kayboluyor oğlum!”

İnsanların da kendi kendine kaybolduğunu bilmiyorduk henüz.

Mavi bir gün.

Uzakta top top beyaz bulutlar. İtalyan Koyu'nun açığındayız. Tek tük iri gözlü kırmızı mercanlar yokluyor oltamızı. Döngü hep aynı! Yaklaşık altmış metreye atıyoruz oltalarımızı, balıklar yemi tırtıklıyor, çekiyoruz sonra tekrar atıyoruz. Balık kesince yerimizi değiştiriyoruz. Çapayı çekmek olmasa?

Aynı şarkıyı dinlemek gibi biraz. Biraz da şarkının sözlerini mırıldanmak veya ritme parmakların tıpırtılarıyla eşlik etmek gibi.

Geçenlerde yine böyle yeşil bir gün sığlıktan kaçıp ormanın karanlığına, derinliğine sığınmıştım!

Geceydi, çam ağaçlarının rüzgarla birlikte savruluşunu izliyordum.

Yağmur yağıyor, şimşek çakınca gündüz gibi oluyor, biri beni görüyormuş gibi hissediyordum.

Gök gürleyince kasabadaki yalnız ve kiremitleri yosunlu evlerin camları titriyordur diye geçirmiştim içimden. İçlerinde damı akanlar da vardır. Küçük bir çocuk büzülmüştür yer yatağına, üşüyor ve korkuyordur karanlıklardan.

Yorganı ile dertleşiyordur ara sıra cümlenin sonunda “iyi ki varsın” diyordur.

Suyun damladığı yere kalaylı bir tencere koymuştur annesi.

Uyku tutmayınca tencerenin başına bağdaş kurup oturuyordur çocuk, göremediği damlaların tencereyi dolduruşunu izliyordur.

O ara yıldırım düşüyor, trafosu patlıyor, cereyanları kesiliyordur kasabanın daha da karanlık çöküyordur dar sokaklara.

Mumlar, gaz lambaları yanıyordur bazı evlerde.

Perdeyi, tülü açmış, geceliğini giymiş bir kadın pencereden gökyüzüne bakıyor, yağmurun başladığı yeri görmeye çalışıyordur. Bir harf yazıyordur camın buğusuna sanki biri görecekmiş gibi çabucacık avucunun içiyle siliyordur.

Kurşun kalemiyle sır olan sır olarak kalmalı yazıyordur küçücük defterine.  Başını yastığa koyar koymaz uyuyordur.

Huyu başka, adı başka adamlar ıslanıyordur saçak altlarında. Kimi bir günahı bekliyor, kimi yaptığından pişman oluyordur.

Şiir yazan da vardır bu anda, ölümü bekleyen de.

Çay demleyen de vardır, vazgeçen de.

Aklımda ormanın içinde kaybolan, nereye çıktığını bilmediğim patikalar, saklı limanların iskeleleri ve ağaç kovukları var.

Çiçek isimleri, yağlı boya tablolar, suya yazdığım cümleler, sonbaharlar ve akşamüstleri…

Yürürken taşıyamadığımız fakat sürüklemekten de vazgeçmediğimiz ne varsa işte.

Arınmak lazım!

Denize girmek, bildiğin her şeyi unutmak, yeniden başlamak gibi.

Ağaç oluyorsun, gece oluyorsun, yağmur da sensin, rüzgâr da.

Toprak da sensin, deniz de!

Kamışın halkalarına bakarken balık vuruyor kaçırıyorum.

Altmış metre sar bakalım misinayı, yemleri değiştir bekle.

Sır deyince büyük bilinmezlikler geliyor insanın aklına.

Büyük bilinmezlikler, büyük boşluklar, büyük dertler…

Gökyüzüne bakmayı unuttuğumuz gibi kendi iç sesimizi dinlemeyi de unuttuk.

Onca gürültünün arasında duymak için yalnız kalmak yeterli oysa.

Denizler, orman kuytuları, saklanışlar, limanlar, tahta iskeleler ondan hep.

 

Yağmur yağıyor, küçük çocuk kalaylanmış tencereye düşmeye başlayan yağmur tanelerinin sesi ile gözlerini açıyor. Tıp tıp tıp…

YORUM YAP