Ali Gülcü

Küspe İle Önce Gölü Yemledik Ardından Sarı Yem Taktığımız Oltalarımızı Güneşin Altında Parlayan Suya Fırlattık...


Hava sıcak, yaprak kıpırdamıyor...
Bir leylek geçiyor üstümüzden, tarla kuşları tüm güçleri ile bağırarak kurbağaları susturmaya çalışıyor...
İri bir sazan nispet yapar gibi önümüzde sıçrıyor...
Bahar gelmiş arılar çiçekleri ziyarete başlamış, haberimiz yok!

İlk yarım saatten sonra el kadar kızılkanatları yakalamaya başlıyor, keyifleniyoruz...
Tam kendimi olayın büyüsüne kaptırmak üzereyken cep telefonum çalıyor, arayanın kim olduğuna bakmadan sövüyorum...
Bilirsiniz o ruh halini; “hani tuvalette bile rahat yok” deriz ya onun gibi bir şey...
Mecburen açıyor, sanki az önce ağzını bozan ben değilmişim gibi en politik halimle gülümseyerek konuşuyorum...
O sırada balık geliyor, telefonumu omzumla yanağımın arasına sıkıştırıyorum, arayan su sesini duyunca meraklanıyor;
“ Denizde misin yoksa?”
“ Hayır!”
“ Dalga sesi geldi!”
“ Bu ayda ne denizi yahu, ellerimi yıkıyorum...”
“ Belli olmaz senin sağın solun...”

Meraklı insanlarız vesselam, ille öğreneceğiz telefonda konuştuğumuz kişinin nerede olduğunu!
Birkaç cümle daha kurup sepetliyorum arayan meraklıyı...
Yine sövüyorum!
O sırada arkamızda bir çıtırtı oluyor, dönüyoruz...
Elinde sopası, eski, siyah üzerine beyaz çizgili takım elbisesi, aylardır kesmediği sakalı ve güneşten yanmış yüzü ile bir garip çoban...
“ Selamünaleyküm...”
“ Aleykümselâm...”
“ Rast gelsin var mı bir şey?” Sorarken gözleri kovadaki balıklarda...
“ Kızılkanat var?”
“ İyi iyi... Koyun güdüyom ben de... Sigaranız var mı, diyecektim...”
Yüzlerce defa gördüm bu filmi... Çöle de gitsen rahat yok bu insanlardan...
İstediğini vereyim kurtulayım diye düşünüp sigara paketini uzatıyorum...
“ Ooo pahalı bu!”
Kendi söylediğine kendi gülüyor paketten iki sigara çekip bir tanesini kulak arkasına koyuyor...
Siyah bir poşetin içerisinde termosumuz, kahvelerimiz ve fincanlarımız var...
“ Çayınız da varmış, hazırlıklı gelmişsiniz ha... Doldurayım mı bir bardak?”
 Oha bu kadar da olmaz bu adamlar da hep seni buluyor diye geçirdiniz içinizden değil mi? Ben alıştım artık...
 Gıcıklanıyorum...
“ Çay değil o!”
“ Ne o zaman?”
“ Kahve, sıcak suyumuz az...”
“ Olsun be yahu içeyim bir bardak!”
İç geçiriyor, sarı dişlerini göstererek sırıtıp, sağ elinin işaret parmağını burnuna sokunca aklının kıt olduğuna kanaat getiriyorum...
“ Tamam doldur...”
Heyecanla poşeti açıyor, kahvelerden birini fincana boşaltıp sıcak su ekliyor, kokusunu içine çekip;
“ Allahtan başka bir şey isteseymişim olacakmış ha!”
“ Neden?”
“ Az önce kendi kendime dedim ki; bir fincan kahve olsa da içsem dedim...”
Cevap vermiyoruz...
O da bir süre susuyor, çok geçmeden yine konuşmaya başlıyor...
“ Adım Mehmet benim... Ahmet’in Mehmet... Babam öldü... Sigaraya yeni başladım...”
“ Keşke başlamasaydın be Mehmet!”
“ Olsun olsun...”
“ Koyunlar senin mi?”
“ Cık...”
“ Kimin?”
“ Köylünün... Ben güdüyorum... Onlar da bana kimi pazarlık alıyor, kimi harçlık veriyor... Dün verdiler mesela...”
Cümlesi bitince elini cebine atıyor, 50 Lirayı çıkartıp sakalına sürüyor...
“ Bak... Bereket versin...”
“ Düşürmeyesin parayı!”
“ Düşmez ama bazen annem alır cebimden paraları... Uyur numarası yapıyorum ama görüyorum... Askere almadılardı beni! Seni aldılar mı?”
Ne diyeyim şimdi Mehmet’e?
“ Yok, beni de almadılar...”
“ Niye deli misin sen?”
“ Şişmandım ben ondan...”
“ Askere gitmeyesin diye şişmanladın değil mi? Uyanık seniii... Bak şimdi zayıflamışsın... Çok sövüyon sen de mi?”
Duymuş demek...
“ Arada sırada”
“ Sövme ayıp!”
“ Tamam...”
“ Ama ben yaptım sonra askerliği... Akranlarım asker düğünü yaptı köyde, okul bahçesinde, benim de moralim bozuldu, ağlıyorum... Muhtar geldi yanıma... Yazı gelmiş askeriyeden demişler ki; Ahmet’in Mehmet askerliğini köyünde çoban olarak yapacak...”
“ Ne güzel işte!”
“ Koyunlarla yaptım askerliği... Sen de askere git, bak zayıflamışsın... Ayıp! Kız vermezler sonra sana...”
“ Tamam...”
“ Bacağın kırıldı mı senin hiç?”
“ Cık...”
“ Benim kırıldı, kalçadan ama... Motor bisikletten düştüm... Neyse ben gideyim... Balıkları versenize bana akşama yerim...”
İkiletmiyoruz Mehmet’i kovadaki balıkları bir poşete koyup uzatıyoruz...
Yine gülüyor...
Tepeyi çıkarken sesleniyor;
“ Askere git sen git... Ayıp!”

YORUM YAP