İsmini ve sanat tarihindeki önemini çok duyardım ya oturup eserlerini inceleme fırsatım olmamıştı Van Gogh'un. Pandemiye lanet zamana bin hürmetle (zaman insanoğlunun değerlisidir) önce filmini izledim, ardından birçok tablosunu gönlümde nereyi koyacağımı bilemeyerek hayranlıkla inceledim.

Gösterim isminden de anlaşılacağı üzere bir biyografik film. Ama ona bir renk patlaması, ışık rüzgârı, göz alıcı bir şölen desek daha doğru olacak. Durağan ve kabul gören sanat anlayışına karşı verilen delice ve delici mücadelenin kısa anlatımı.

Sanırsınız ki onun resmindeki nehirlerin yatağı kendi içiniz. Sanırsınız ki üzerinizde binlerce ton su, içinde balıklar, batıklar, yosunlar, üzerinde sazlar, sukuşları, nilüferler.. Ve Sanırsınız ki bir ağacın dalısınız, inceden üfleyen rüzgârın yapraklarınızı titreştirdiği! Muhteşem tatlar, duyumlar, hazlar..

Filmin hemen başlarında ışığa ve renklere tutkun ressam, şehirde resimlerine yansıtmak istediği bu iki unsuru yeterince bulamayınca, arkadaşı Paul Gaugunin'e fikrini sorar. Gaugunin ona Güney Fransa'ya yerleşmesinin beklentisini mutlaka karşılayacağını söyler.

Sur Oise taşınır böylece. İşte onun bu kararından sonra, öyle doğa görüntüleri, öyle muhteşem resimler ve çizimler izlersiniz ki, insanın içinde duyduğu yüksek sesli coşkunun safi tabiat ile sanatın bedeninden yapılma olduğunu asla inkâr edemezsiniz!

Şaşakınlık içinde, bütün varlığıyla hayrete batmış da anlamağa çalışırmış gibi toprağa sırtüstü uzanır ressam. Etrafındaki her şeye hayranlıkla bakar. Gökyüzüne, taşlara, böceklere, yapraklara, ekinlere, iniş çıkışlı yokuşlara.. her şeye! Yüzüne yerden avuçladığı toprağı çeşmeden akan su gibi uzun uzun döker, koklar.. koklar! İçindeki sesler, etrafındaki görüntülerle saatlerce yürür ve gözlem yapar. Her adımda ilk defa görüyormuş ve tekrarı olmayacakmış gibi, öyle şaşkın, aç, tutkuyla dokunur sever her şeyi.

Bu bölümden sonra film, onun kişiliğindeki Arazların, eserlerini yaratmaktaki ustalığı nasıl etkilediğini, çevresiyle ilgili olumlu ya da olumsuz hassasiyetlerini nasıl belirlediğinin çevresini çizecektir.

Tepelere tırmanıp ovalara, denizlere en yüksek noktalardan bakar sık sık. Artık bu irtifadan her şey görünüyordur ama ayrıntı sezilmiyordur. Burada benim yoğun hissettiğim şeyse ışık ile renkleri en çok bunun için önemsemiş olduğu düşüncesidir. Gogh duyduğu coşkuyla çalışmalarının içine dünyayı sığdırmak ister sanki! Kat kat üst üste kullanır tablolarında boyaları.. Gören resim değil heykel mi yapıyor bu adam diye istihzayla yorumlar eserlerini. Ancak boyut, ayrıntı, renk, ışık hiç kimsenin o zamana kadar düşünemediği çılgınlıkta dahil olur onun yaptığı her şeyin içine. Birçok ressamın görse dahi tuvale aktaramadığı bütün incelikleri hiç ıskalamadan yansıtır. Dönemin eleştirmenleri ve sanatseverleri böyle bir şeyle karşılaşmamış olmanın şaşkınlığındadırlar..

Alışkanlıkları altüst edecektir etmesine ya, sanat çevrelerinde kabul görmesi neredeyse ölümüne yakın bir zamana denk gelecektir. Hayattayken tek bir tablosunu satabildiği rivayet olunur.

Filmin hemen hemen tamamında hissedilen, ressamın önlenemez bir biçimde renk, ışık, koku, duyu, şaşma, dokunma, hayran olma, taşkınlık ve esrime halidir. Eserlerini delilikle mi, yoksa dahilikle mi oluşturduğunun kendisi farkına varamasa da, gerçekte deliliğinin ve dehasının boyası ile ışığına bandığı fırçasıyla resim sanatında en büyük devrimi gerçekleştirmiştir.

Sohbetlerinde arkadaşına, “Ben arada bir aklımı yitiriyor gibi oluyorum Gaugunin” diye bahsederek yaşadığı ruhsal sarsıntıların anaforunda ne kadar yorulduğunu net ortaya koyuyor. Bir başka konuşmalarında Gaugunin, “Neden hep doğa resimleri yapıyorsun” Gogh, “Çünkü görecek hiç bir şeyim olmazsa kendimi kaybolmuş gibi hissediyorum”…

Çünkü onun gördüğü en yalın, en olduğu gibi, en abartısız ve en gerçek olan tastamam tabiatın kendisiydi! Yönetmen Gogh'un bu harika betimlemelerini görsel ve işitsel olarak itinayla geçiriyor izleyicisine.

Gaugunin'in resimlerini planlamadığı, çok acele çalıştığı eleştirisine, “Çünkü resim hızlı yapılır. Ne kadar hızlı çizersem o kadar kendimi iyi hissediyorum” diye yanıt veriyor.

Karşılıklı konuşmalarındaki şu söylediği ise gerçek bir sanat dahisini anlatması bakımından müthiş etkileyicidir. Gaugunin, “Sıkça sinirleniyor musun, ne yapıyorsun sinirlenince?”

Gogh, “Evet sinirleniyorum.. kendimi kötü hissedince kuru ot saplarına ve incir ağacına bakıyorum!”

İşte bu ot ve incir ağacı beni nerelere götürdü.. Ne çayırlara ulu ağaçlara dalıp gitmedim. Nasıl soludum Torosları, İda dağını, Yaşar Kemal'i ve onun nar ağacını.. peşi sıra gövdem inledi insandaki yıkıcılığın karanlığında. Salda Gölü, Karadeniz dereleri, Trakya Ovaları'na ulaştım ışık hızıyla! Döndüm tekrar sızım sızım sızdım Van Gogh'un tablolarına!

Büyük ressam hüzünde mutluluk bulan sanatçılardandı. Gösterimde iç konuşmaları ve kendiyle hesaplaşmalarında açıkça görülüyor bu. Mesela “Melekler hüzne daha yakındır” cümlesi onun kişiliğinin en belirgin izi olarak dökülüyor ağzından. Belli ki çocukluğundan yetişkinliğine değin, onunla artarak gelmiş gelişim bozuklukları ruhunda çift yönlü yollar açıyor kendisine. Yaratıcılığını olağanüstü arttırırken, tutum ve davranışlarını, içinde yaşadığı sosyal çevrenin kabul edebileceği ölçülerin dışına taşıyor. Ürküyor ondan herkes, özellikle çocuklar.

Bütün bu yalıtılmış yaşam ve tanıdığı insanlara duyduğu psikolojik yabancılaşma daha da içine kapanmasına, giderek doğaya tapacak ölçüde yakınlaşmasına sebep olur. İşte bendenizin buraya kadar izleyip düşünerek çözümlemeye çalıştığı sebep o ki, şimdi dünya çapında kabul gören en önemli tabloların da sebebidir..

Van Gogh yanlış bir çağda dünyaya geldiğini biliyor. Akıl Hastanesinde resimlerini beğenmeyen papaza, “Ben daha doğmamış insanlar için resim yapıyorum.. yaşarken İsa'da anlaşılmamıştır. Tanrı'yı doğada görüyorum. Herkese doğadaki titreşimi ve enerjiyi göstermek istiyorum” ifadeleriyle tabiata duyduğu hayranlığı düşüncesinde en yüksek yere koyduğunu anlatmış oluyor böylece. Kanıtı da Tanrı katına çıkardığı doğayı, Tanrısal bir güzellik de resmetmesi değil mi zaten!

Resim yapmadığı zamanlarda uğradığı kasabanın tek kahvesindeki garson kadın,

“Ne iş yapıyorsun”

“Ressamım”

“Neyi resmediyorsun?”

“Günışığını”

“Peki, sıkılmıyor musun hiç durmadan resim yapmaktan?”

“Sıkılmıyorum. Çünkü resim yaparken düşünmüyorum.. hissediyorum! Doğanın bir parçası olduğumu hissediyorum..” diye yanıtlıyor.

Herhalde ben de mavinin yanında Van Gogh gibi sarı rengini de çok sevdiğim için.. bir de hüzünde mutluluk bulduğumdan oldukça etkilendim. Gördüğünüz gibi filmi sadece izlemedim, notlar alıp üzerinde yoğun çalıştım. Zira yaşadığımız dönemde anlam azalıp aptallık artınca kendimi azıcık okuyan yazan bir dostunuz olarak buna mecbur hissettim efendim. Yeni yılda Van Gogh filmini mutlaka izlemeniz dileğiyle iyi seyirler, sağlıkla ulaşacağınız mutlu yıllar diliyorum.

YORUM YAP