BAKİ ÇİFTÇİ

Geçmişten Günümüze Silivri Kitabı üzerine değinmeler...

Karac'oğlan der ki, bakın geline
Ömrümün yarısı gitti talana
Sual eylen bizden evvel gelene
Kim var imiş, biz burada yoğ iken?

İnsan önce iki ayağının üzerine doğrulup öteki canlılardan ayrışmaya başladı. Elleriyle, aklıyla; taşı, toprağı, demiri işlemeye başlamasıyla yeryüzündeki değişim artık eskisi gibi olmayacaktı. İnsan evrimi yepyeni bir tarihe gebeydi artık.
Herkes için olan toprak, tohumu ekenlerin mülküne dönüştü önce. Avcı-toplayıcı göçebelik yerini yerleşik düzene bıraktı zamanla. Sınırlar çizilip mülk güçlünün elinde bir iktidar örgütlenmesini doğurunca işler karıştı. Devlet ortaya çıktı ve devleti yöneten krallar, bürokrasi, asker, vergiciler, vaazcılar, soytarılar, dalkavuklar, zindanlar, fermanlar ve din. Yani ideoloji. Her şey mülkün korunması ya da yağmalanması üzerinden şekillenmeye başlamıştı.
Elbette Silivri Tarihi'ne değinelim derken insanın serüvenini yazacak değiliz. Ancak bu girişle Silivri özelinde ve dünyanın hemen her yerinde ki mülk ve iktidar savaşlarının, yağma, kıyım ve işgallerinin, insanlık tarihine düşülmüş kapkara bir geçmişin günümüze yansıyan travmalarıyla yüz yüze kalıyoruz bir daha.
Silivri Belediyesi logolu ve Belediye Başkanı'nın önsözünde anlaşıldığı kadarıyla; Belediye sponsorluğunda, yazar, hukukçu Hulusi Üstün tarafından 24x33.5cm ve 255 sayfadan oluşan, 170 gr mat kuşe kağıda basılı bir kitap olarak sunulmuş. Aynı özelliklere sahip Büyükçekmece ve Beylikdüzü versiyonlarını da inceleme imkanım olmuştu. Kabul etmeliyim ki Hulusi Üstün'ün kalemine ve yüreğine sağlık. Bu üç kitabın da birbirlerine benzeyen çok ortak özellikleri var. Yakın uzaklıktaki ki yerleşimlerin 30-40 yıl öncesine kadar birer küçük köy ve kasaba iken, Silivri çok faklı bir tarihi geçmişe sahiptir.
Nereden biliyorsun derseniz? Her ne kadar Belediye Başkanının kitaba yazdığı önsözünde “Silivri'nin çeşitli yönleriyle ele alınıp farklı alanlarda kapsamlı araştırmalara konu edilmemiş olması önemli bir eksiklik.” diyerek Silivri Tarihi'nin ilk defa yazılıyormuş gibi öncekileri görmemezlikten gelmesi değilse, bilgi eksikliği olmalı ki böyle cümle kurma gereği hissetmiş olmalı!
1996' da Silivri İş ve Meslekler Rehberi'ni yaptığımız çalışmalarda başta İstanbul Tarih Vakfı'nda bir çok kaynaklara ulaşma imkanının yanında, güncelle de beslemiştik. Bizden önce 1994 de Dr.Cemal Kozanoğlu'nun “Her Yönüyle Silivri” eseri, 1984 Tayfun Akkaya'nın Selimybria (Silivri) Tarih İçinde Gelişimi, yine aklımda kaldığı kadarıyla Tayfun Akkaya, Fatih Devri Vakfiyeleri ve Artun Ünsal'ın Silivri'm Kaymak, 2011 Silivri Belediyesi Kent Rehberi ( Türkçe- İngilizce, özellikle günümüze kalmış ilçe sınırlarındaki tarihi eserlerin envanteri için kıymetli.)
Yani bu ilk değil. Ama her eser Silivri'ye ortak geçmiş üzerinden farklı bakış açıları ve yorumlarıyla Silivri'nin tarihi hafızasına büyük katkı yapmışlardır. Umarım başkaları da yapar. Özellikle mübadillerin torunlarının resmi tarihe takılmadan özgün tarihlerini yazmalarını çok isterim.
“Geçmişten Günümüze Silivri” kitabına dönecek olursak, kitabın bütünlüğü içinde bakıldığında ilk çağlardan, orta çağa, ( feodal devletler dönemi) tarım toplumlarından, endüstri çağa (ulus devletler çağı kapitalizm.) her dönem işgallere, yağmalara, kırımlara, sürgünlere uğratılmış bir kale şehrinden bahsediyoruz. İstanbul'a göz diken her işgalci önce Silivri'nin kapılarına dayanıp “ gücünü sınamış.” Kendilerine soyluluk ve ilahi güç yakıştırmış fetihçiler yağmacılıklarını zorbalıkla, barbarlıkla her şeye hakkı olduklarını düşünerek ve hatta düşünmekten öte yaradılıştan hakları olduğuna inandırdıkları silahlı çeteleriyle gelip halkların elleri ve alın teriyle ürettiklerini gasp etmenin vahşetine tanıklık ediyoruz.
Diğer yandan bütün işgal ve yağmalara inat tarihin derinliklerinde çok dilli, çok dinli, çok etnik kimlikli ve çok kültürlü bir coğrafyanın (Trakya, Balkanlar, Anadolu) yan yana yaşayan halkları canlanıyor insanın zihninde. İnşa ettikleri eserler, toprağa verdikleri ana-ata kökleri, topraktan ve denizden ürettikleri bereket bir kardeş sofrası gibi açılırken; her dönemin egemen iktidar güçlerinin zulmünden ya da aldıkları kararlara boyun eğmenin, güçlülerin yaratığı terör, savaş ortamlarından kaçmanın tek çare olduğunu düşünen mağdurların acıklı göçlerinin ve sürgünlerinin trajedisiyle yüzleşiyoruz.
Günümüz ulus devletlerinin kurulurken ittifak ettikleri çoğulculuk esaslarına rağmen “teklik” üzerine inşa ettikleri ağır asimilasyoncu, inkarcı, unutturucu, göçürtücü politikaları, halkların tarihler boyunca oluşturdukları ana dillerinde yoksun bırakılarak, hafızalarının silinmesine tanıklık etmiyor muyuz?
Yazarın, Geçmişten Günümüze Silivri Kitabı'nın 67. sayfa 1. sütün 3. paragrafında “Periyotların ilk gelişlerinde iletişim dili olarak Rumca konuşuyorlardı.” Özetle; “kendi kuşaklarına aktarmadılar. Savaş acıları, yerleştikleri yerin öncekinden daha iyi olduğu, diğer etnik gruplarla ortak dil kullanma ihtiyacı” gibi nedenlere bağlıyor. Sanki çoklu dil kullanıldığı zamanlar birlerini anlamıyorlarmış gibi. Kadı ki geldikleri yerlerde çoklu dillerin konuşulduğu topraklardı.
Kale Mahallesi'ne yerleşen Patriyot yaşlılarının 1970 yıllarına kadar devlet dairelerinde tercüman aracılığıyla konuştuğu ve Türkçe bilmediklerini biliniz. Kaldık ki 1995 yılında Büyükçekmece İş ve Meslekler Rehberi için yaptığım araştırmalarda 1924 mübadelesini yaşamış son kuşak insanlarla yaptığım söyleşilerde, özellikle kadınlar arasında Türkçe bilmeyen birçok insan vardı. Geldikleri topraklara “memleket” bu topraklara “vatan” der kederlenirlerdi. Aradan nerdeyse yüz yıl gibi bir zamandan sonra bile torunları “memlekette” kalmış atalarının unutulmaması için, gayet doğal olarak dernekler kurup hafızalarının silinmesine engel olmaya çalışıyorlar. Halklar arasında bir barış köprüsü kurmaya çalışıyorlar.
Hiçbir halk gerekçesi ne olursa olsun anadilini terk etmek istemez. Çünkü atalarını o dilde anar. O dilde türkü söyler, o dilde rüya görür, o dilde düşünür. Demokratik olmayan devletler farklılıkları tehdit olarak görünce dilleri yaşatmak için değil, yok etmek için her şeyi yaparlar. Farklılıkların düşmanca anıldığı bir ülkede yaşıyorsanız dilinizi kültürünüzü sonraki kuşaklara nasıl aktarırsınız ki?
Anlaşılan yazar, Kafkasya'nın acılı sürgün köklerinden gelmiş olmasına rağmen “ resmi tarih yazımlarına” bağlı kalmış demekle yetinelim. Silivrili Romanlara ait özgün bilgiler sınırlı kalmış gibi. Bunun yerine Roman halkının Trakya'daki genel tarihçesine yer verilmesi; “ellerimdeki çiçekleri, klarneti, darbukayı görürsünüz de yüreğimdeki bin yıllık yarayı görmezsiniz” gibi geldi bana. Öte yandan “ Tarihi Kişilikler” başlığında tanıtılan kişilerin içinde Cumhuriyet tarihimizin dünyanın üçüncü büyük tirajına ulaşmış mizah dergisini çıkarmış Silivrili Oğuz Aral'ın yer bulmamasına ne diyelim bilmem!
Elbette kitapla ilgili, okuyan herkesin söyleyecek sözü vardır. Olmalıdır da. Sınırlı bu köşede bütün kitabı değerlendirmek elbette mümkün değil. Bir şehrin hafızasını tarihin derinliklerinde bulup geleceğe taşımak ciddi bir iştir. Çünkü gelecek kuşakların yolunu aydınlatmasına da ışık olacaktır.
Eline sağlık Hulusi Üstün, “İki Mezartaşının Öyküsü” öyküsünden ve Silivri'yi terke hazırlanan Musevi ailenin kızının aşkı içinde olsa bile, Silivri'yi terk etmek yerine intiharı seçmiş olmasından çok etkilendiğimi söylemeliyim. İnsanın ve hayatın gerçek tarihi bu hikâyelerde gizli.
“Kim var imiş, biz burada yoğ iken?”

YORUM YAP