Ali Gülcü

Ressam

Çizdiklerini, boyadıklarını, hayallerini, umutlarını, içinden geçen ne varsa işte sokakta sergileyerek geçimini sağlamaya çalışan bir ressam var. Çınar ağaçlarının, at kestanelerinin altında, sokağın örümcek ağı kaplamış, hayal kırıklığı kokan köşesinde.

Dalgın, yorgun, biraz da uykusuz gözlerle elindeki çay bardağının derininde kaybolmuş, nefesi yetmemiş de çıkış arar gibi.

Karakalemle çizilmişlere, sulu boyalara, yağlı boyalara, tanınmış insanların portrelerine bakıyorum.

Göz göze geliyoruz, azıcık da konuşma ihtiyacıyla gülümsüyorum.

Şu giriş, sohbeti başlatacak cümleler olmasa sanki daha kolay olacak her şey.

“Hiç anlamam resimden.”

“Çoğu insan anlamaz! Anlarmış gibi yapar daha çok!”

Rüyasından çekip çıkardığım için kızdı besbelli.

“En azından doğruyu söylüyorum.”

“O da meziyet oldu! Doğru olduğunu düşündüğü için her istediğine, her istediğini söyleyebileceğini sananlarla dolu sokaklar!”

Boyalı ellerine, kirli mavi fularına, uzun, yağlı, kırlaşmaya başlamış saçlarına, İzzet Altınmeşe benine takılıyor gözlerim.

“Biri gelse de hayat dersi vermeye başlasam diye mi geçiriyordun içinden!”

Cevap vermiyor.

O sustukça bu defa ben neden böyle bir cümle kurdum diye kendime kızıyorum. Karşılık verse, iş uzasa, dalaşsak? Ezilsin diye ‘gözümün! Picasso'su' desem mesela? O da çay bardağını kafama…Yok artık.

Sanıyorum en güçlü insan susandır! Yenemezsin.

Söylendiği gibi karakter diye bir şey varsa, o şey kendimizden daha zayıf gördüğümüz insanlarla kurduğumuz iletişimlerde ortaya çıkıyor. Sonu ünlem işaretiyle biten cümleler, duymazdan gelmeler. Bir iş çıkardıysa ortaya küçümsemeler, dudak bükmeler. “Sana mı kaldı be kardeşim?”

Tepkisizlik.

Karaktersizlik!

Zeki olduğumuzu düşünen insanların arasında zeki, kafamızın çalışmadığını düşünen insanların arasında kendimizi budala gibi hissediyoruz.

Kimlerle vakit geçirdiğimiz bu yüzden çok önemli.

İçleri siyaha yakın griyken küskünlüklerini renklerin arasına saklayabilecek kadar yetenekli oluyor sanatçılar.

Galiba yetenek de zorluyor içine hapsolduğu bedeni. O kadar kolayken o kadar da zor oluyor her şey. Bu zamanda karnını mı doyuracaksın, sanat mı yapacaksın?

Suyun üzerinde dans eder gibi resmedilmiş, alev kırmızısı bir kayığın olduğu suluboya tablonun fiyatını soruyorum.

Söylüyor, arkasından da ekliyor, “pazarlıksız!”

Canım iyice sıkılıyor, pazarlık edecek gibi duruyorum demek!

Kabiliyet ve emek, ekmek parası için bir ürün haline getirildiyse, para konuşmak kadar basit bir durum olabilir mi?

Alıyorum tabloyu.

“Bil diye söylüyorum pazarlık yapmayacaktım.”

Değişiyor yüzü, sıkıldı da sanki “anladım anlamasına da demiş oldum bir kere.”

Tabloyu dönüşte alacağımı söyleyerek uzaklaşıyorum.

Yolun başında koşar adım giderken, ceplerimize tıkıştırdığımız keşkelerimizi dönüş yoluna saklıyor, biriktiriyoruz.

Dönerken yapmayı planladığımız ne çok şey var!

Yolun ne kadar süreceği belli de değil üstelik.

Denize komşu bir banka oturuyor, boğazı geçen kiremit rengi yük gemisine, limana, balıkçılara takılıyorum bir süre. Kıyıdan palamut alıyorlar.

Uzun lacivert pardösülü bir kadın geliyor ressamın yanına. Pablo Picasso sislerin arasında kayboluyor ve çok geçmeden de dönüyor. Köfte ekmek almış!

Kederle karışık gök gürlüyor üzerimde, hüzünden bir şimşek çakıyor.

Kahramanlar acıkır mıymış hiç?

Sıkıntıyla müdavimi olduğum balık lokantasında alıyorum soluğu. Oturuyor, radyoda çalan efkârlı Yunan ezgisini çıkarmaya çalışıyorum…

YORUM YAP