Ali Gülcü

Nasıl hatırlıyorsam!..


Bahardan kalma bir gün… Sonbahar oysa…
Bahçede, hurdacıdan alındığını öğrendiğim, zamanında kim bilir hangi mutfağın baş tacı iken, hayata yenilmiş, ne suç işlediyse; ceviz ağacının dibinde çürüme cezası almış, günlerini geçirmeye çalışan, paslı, yorgun, umutsuz ekmekli bir soba var…
Neden bilmem toplanmamış üzümler, asmada olduğu gibi, ellenmeden kurumuş…
Sarı ekmek ayvaları ne çok, ağacın dalları yerlerde, çetin mi geçecek bu kış?
Mağrur nar ağacı, pembeden griye dönmüş ortancalar, kasımpatıları, yorgun arılar…

Eskiden günlük tutardım…
Günlükten ziyade haftalık… Neden bilmem en çok pazar geceleri yazmışım…
Sonra bir yerde mi okudum, biri laf arasında söyledi de aklımda mı kaldı; pek de sağlıklı bir şey değilmiş günlük tutmak…
Kırdı kafayı demesinler diye bıraktım herhalde…
Şimdi okuyunca saçma bulduğum bilgileri doldurmuşum defterlere… Maç sonuçları, geride kalan hafta içinde tanıdığım veya tanınan kişilerin ölümleri, popüler şarkı sözleri, hem kendi yazdığım, hem beğendiğim şairlerin; şiirleri… Gerçekleşmemiş ön görüler, hayaller, gelecekte okumak için, bugün okuduğumda güldüğüm küçük notlar, beklentiler, umutlar, o günlere ait arayışlar, buldum zannetmeler, kaybedişler, büyükmüş gibi gelen acemi zaferler…

Taşlar yosuna durmuş… Oturduğum masanın hemen ilerisinde, isteğim anda ayaklarımı sokabileceğim, gönül ağrısı gibi narin bir dere kıvrılıyor…
İnce belli bardaklarda, yudumlarken kokusunu ta ciğerlerimin en ücra köşesine kadar çektiğim; demli çay…
Zar gibi lahanadan yapılmış, kahvaltıda neden yediğimi sorgulamanın aklıma gelmediği; sarma…
Kerpiç fırından yeni çıkmış, görene kadar adını bile hatırlamadığım; köy ekmeği…
Tereyağına kırılmış, şeklini unuttuğum tavukların hediyesi, rengi "olmaz” dediğim, anımsayamadığım kadar sarı; sahanda yumurta…
Közlenmiş biber…
Kuru yufkadan börek…

Sessizlik, keyif, pazar gününe özel adam sende halleri…

Günün sonunda dereye atmaya planladığım, taşınırken kolilere koymayıp, ayırdığım, günlüğüm var, koltuğumun altında…
Fal bakar gibi, rasgele bir sayfa açıp okuyorum…
"İlk dinlediğim de Sezen Aksu zannettiğim fakat sonradan adının Aşkın Nur Yengi olduğunu öğrendiğim şarkıcıyı dinliyorum, yarın yine dershane var, sıkıcı, boğucu, bir pazar günü oldu… Win Cafe’de arkadaşlarla oturduk…”
Ah benim örselenmiş incinmiş karanfilim
Bir sessiz çığlık gibi
Kırmızı masum narin

Bu ürkek bu al duruş
Söyle neden bu vazgeçiş
Ne oldu ümitlerine
Bu ne keder bu ne iç çekiş

Sen ki özgürlük kadar güzelsin
Sevgi kadar özgür
O güzel başını uzat göklere
Gül güneşlere gül
Kırılma, küsme sen yine bir şiir yaz
Çok değil inan az kaldı az
Bu kadar erken susma biraz bekle
Ağlama, ağlama gül biraz

Şarkıdan aldığım gazla becerebildiğim kadar küçücük bir ada çizmişim siyah tükenmez kalemle, üzerine de yalnız palmiye ağacı…
Ada, o zamanki benim herhalde, belki de palmiyeyim…
Şiir de yazmışım;

Yıldızların valsını seyrediyorum gökte
İçtiğim sigaranın tadını alamasam da
Seni düşünüyorum, yine
Bir meltem sesini getiriyor bana

Ve aynı meltemle bir öpücük yolluyorum…

Özgürlük kadar güzel kim varmış aklımda?
Sevgi kadar özgür?
Kime yazmışım şiiri?
Karanfil?

İş, geçmişi yazmaya gelince; hile yapıyor, zar tutuyorum, iskambil kâğıtlarına tırnak atmışlığım da var…
Eski; nasıl hatırlıyorsam öyle güzel!

Hem kime ne yahu, geçmiş benim değil mi?

Güneş bulutların arasında kaybolduğunda, yalancı bahar güze, ayaklarım suya eriyor.
Rüzgâr, ruhsuz yaprakları dolduruyor heybesine…
Günlüğü dereye atıyor, büyüyü bozuyorum…
Yarın dershane!

YORUM YAP