Ali Gülcü

Başka zamanın insanları

Soğuk, titreyen ellerimle “kar suyunu da geçirmez ağabey” diyerek sattıkları botları çıkarıyorum ayaklarımdan. Parmaklarım hissizleşmiş, kıpkırmızı. Çoraplarımın halini görünce bir gülme tutuyor, bez torbalara dönmüşler. Topuklarıma basa basa sobaya irice iki meşe odunu atıyor soyunuyorum, sıcacık bir duş ne kadar güzel olurdu şimdi. Medeniyetten kaçıp ilk fırsatta sağladığı kolaylıkları aramak? Özlediğine kavuşunca şımarmak, burun kıvırmak gibi bir şey. Kalın eşofmanlarımı giyiyorum. Uykum var.

Üzerime battaniyeyi alıyor sedirin üzerine uzanıyorum. Odunların çıtırtısı, kokusu, rüzgar, tek oda bir kulübenin arkadaşlığı, samimiyeti, yalnızlığın verdiği güven. Ağızda bıraktığı tat, sessizlik.

Gökçeada'da gezdiğim terk edilmiş, eski bir Rum evi geliyor aklıma. Unutulmuş evlerin üzerine yaşanmış hayatların yorgunluğu çöker ya! Bakımsız bahçelerinde önceki neşeli zamanlarda yaşamış çiçeklerle konuşan kadınların, domatesleri sulayan keyifli adamların hayaletleri gezinir. Örümcek ağlarında çocuk gülüşleri yankılanır.

İzinsiz girdiğiniz evin mahremiyetine zarar vermiş, antika bir vazoya eliniz çarpmış da kırmış gibi hissedersiniz. Duvar diplerinde bitmiş yabani otlara şaşkın gözlerle bakarken, toprağa gömülmüş bir bisikletin direksiyonuna takılır ayağınız, paslanmış, lastikleri çürümüş bisikleti çıkarırsınız, zili de duruyordur üstelik.

Gülümsemeniz dökülür yüzünüzden.

Kırmızı pabuçlu, beyaz çoraplı, pembe elbiseli, saçları örülmüş, yüzü solgun küçük kızı görmüş gibi olursunuz.

Başka zamanın insanları!

Eski bir mezarlığa düşmüştü yolum. Servi ağaçlarının altında uzaktan bakıldığı zaman sırt üstü uzanmış da uyuya kalmış, birazdan gözlerini açacak, esneyerek ayağa kalkacakmış gibi duran mezar taşları vardı. Yeni mezarların üzerinde kurumuş gülleri görünce iç geçirmiştim. “Yara kabuk bağlamaya başlayınca çiçekler kurur” demişti yabani incir ağacı!

Plastik ibriklerin hala mavi, hala yeşil olmasına hayret etmiştim.

Sanki hepsini okuyacakmışım gibi bir sürü kitap getirdim yanımda.

Büyülü Dağ, Kayıp Zamanın İzinde, Siddhartha, İnsanın Anlam Arayışı…

Gözlerim tavanda, çok istememe rağmen uyuyamıyorken, bu kulübede yaşasaydım neye dönüşürdüm diye geçiriyorum içimden. Bildiğin dağ adamı olur muydum? Uzun süre kimseyle konuşmazsam korkutur muydu bu beni? Yoksa daha mutlu mu olurdum? Ne kadar sonra ağaçların dilinden anlamaya başlardım? Bir kartalın gözlerinden bakabilir miydim dünyaya? Geceleri avlanan bir baykuşun bilgeliği,kurdun özgürlüğü, köpeğin sadakati, kaplumbağanın sabrı, balığın unutkanlığı ve baharda açan gelinciğin zarafeti… caanım, saf badem ağacı.

‘Evrilmek' deniyor bugünlerde Kafka çok önce çözmüş meseleyi. İnsanın neye dönüşebileceğini görmüş.  Yaşadığı dönemde tanımazlarmış Kafka'yı, üç kız kardeşini Naziler gaz odalarında katletmiş.

Kafka da açlıktan ölmüş, ne yapsın?

İkinci dünya savaşında ipekten paraşüt yapıldığı için, ipek çorap bulamaz olmuş Amerikalı kadınlar. Bacaklarını ipek rengine boyamaya başlamışlar, çorabın dikiş izini de kalemle çiziyorlarmış.

“Paran yoksa sokağa çıkarken, takım elbise giy, kravat tak” derdi bir ağabey, “itibarın olur.” Battı onlar sonra! Para bitince itibar da bir yere kadar mıdır, nedir?

Otuz yıl önce de bıraktığım başka bir ağabey de “dükkana giren parasız adamı gözünden anlıyorum” derdi. Ben gözlerimi kaçırırdım.

Varmış gibi yapmak önemli yani!

Mutluymuş gibi, huzurluymuş gibi, aklı başındaymış gibi…

Kalkıyorum, sobaya iki odun daha atıyor kulübenin kapısını açıyorum. Kar taneleri sesi emermiş derler, öyle sakin, rüzgar dinmiş fakat çok soğuk.

Gözlerim gecenin karanlığında, saat kim bilir kaç?

Zaman dursa veya sürekli tekrar etse şu anda. An da tekrar yaşanamayacak bir şey. Yaşarsınız, sonradan aklınıza gelir, geri dönmek istersiniz, döndüğünüz de olur. Mahallenin elli yıllık bakkalı bile hatırlamaz sizi, gerisini boş verin zaten.

Fırtınadan, yangından geriye ne kalmışsa artık avutursunuz kendinizi, iyi tarafından bakarsınız. Oynarsınız becerebildiğiniz kadar. En sevdiğiniz roman kahramanını hangi kitabın sayfaları arasında bulabileceğinizi, ne zaman öleceğini bilirsiniz, onun gibi bir şey.

Kahramanlar hep yaşasın diye belki de bazı kitapları yarım bırakmak lazım!

Şimdi yaşlı bir orman perisi çıksa ağaçların arasından! Hoş orman perisinin neye benzediğini de bilmiyorum. Elinde asası, ağaç kabuğu yüzlü, kukuletalı, yeşil pelerinli, aksi, şakacı bir ihtiyar olsun benimki! Korkudan dilim tutulurdu herhalde.

“Fıstık mı, küstük mü?”

“Anlamadım?”

“Şakacıyım ya, o bakımdan! Kadim bir sır mı, bilgelik mi diye sormaya karar vermiştim kapıyı açtığını görünce…”

Bilgelik için geç kaldım, kadim bir sırrın ağırlığını taşıyacak gücüm yok, derdim herhalde.

Sobaya iki odun daha atıyor, yatıyorum.

Sabaha karşı bir zil sesi duyar gibi oluyor, kırmızı pabuçlu, beyaz çoraplı, pembe elbiseli, saçları örülmüş, yüzü solgun küçük kızı görmemek için gözlerimi açmıyorum.

YORUM YAP