Ufuk Bek

Islığının canı alınan adam

“Bir yerde herkes birbirine benziyorsa, orada kimse yok demektir!” Focault' un eşsiz sözleriyle başlayan yazı aynı güzellikte devam ediyor İbrahim Çeşmecioğlu'nun kaleminden…  “Üstadım, sahtekarlıkta birbirinden üstün, birbirinden yaratıcı ve birbirine hiç benzemeyen insanları var mı saymak gerekir o halde?” diye soruyor sevgili İbrahim. Bence bunu sormakta hiç de haksız değil. Yazdıklarını okuduğumda, benim de içimden aynı şeyleri sormak geçiyor üstada…

Ardından, “Orman Yanarsa” başlıklı yazısının harika final sözleriyle, demokrasiyi tarif ediyor bize; bir salyangozun ardında bıraktığı saydam ayak izleriyle… Niye yaşayamıyoruz ki diye düşünüyorum, kim bilir kaçıncı kez: “Bir ağaç gibi tek ve hür… ve bir orman gibi kardeşçesine…

İsmet İnönü'nün “Papyon” la ilgili verdiği zarif yanıtı okuduktan sonra,  Freud'un sözüyle irkiliyorum; sanki son yıllarda hissettiklerimi tarif etmek için söylenmiş o sözler…

Peki, ya İbrahim' in şu sözlerine ne demeli: “Dünya bozulup da tekrar kurulmalı bence… bilimin ışığı, merhametin rehberliği ve sanatın inceliğinde. Keşke İbrahim, diyorum… öyle olsa keşke!

“Kültür insanı, tabiat hayvanı korur.” diyor, altını çizdiğim bir başka paragrafın orta yerinde…

Birkaç sayfa sonra, “Utanıyorum… Sevdayla yaşamı çoğaltanların yanında, kanı, ölümü, şiddeti pazarlayanların cümlesinden ve cinsinden, çok utanıyorum.” Dediğinde, ben de utanıyorum onunla birlikte…

Yaşar Kemal' in muhteşem sözleriyle “Türküler, tıpkı kırk bin yıl su altında kalmış, yıkanmış, cilalanmış çakıl taşı gibidir.” diyerek, türkülerimizin güzelliğinin kaynağını anımsatıyor hepimize…

“Zihinsel üretimi bilimsel sonuçlarla taçlandırmazsan ya köle olursun, ya da yok olursun arkadaş!” tespitine katılmamak mümkün mü? Haklısın İbrahim, diyorum yine içtenlikle…

Beni yine derinden etkileyen bir cümle daha çıkıyor karşıma çok geçmeden: “Bilim kesinlik, mitoloji ve edebiyat ise duygusal derinlik arz eder. (…) Ama bilimi özümseyenler masal fantezilerini mitolojinin geniş karnına yerleştiriyor artık.

Elma ile armudu ayırır gibi, “tadı ve kokusu olmayan” ahmakları ayırma düşüncesine katılıyorum…

Van Gogh film eleştirisi… Hep A şiiri… Yaşar Kemal ve Tema yazısı… Kısa Kısa da yer verdiği, dizilerdeki şiddet sahneleri eleştirisi…  Turna Fırtınası ve Hulusi Üstün övgüsü…  Hepsi birbirinden muhteşem.

En sonunda, 12 Eylül 1980 darbesiyle çalınan hayatlar ve “canı alınan ıslıklar” la sona eriyor sayfalar.

 

ELLERİM YAŞAR MI HİÇ YÜZÜN ÖLÜNCE

Bağbozumu öyküsüyle yıllar öncesine, çocukluğumuza götürüyor bizleri İbrahim; burnumuzun direğini sızlatan, sırtımızı ürperten anılarımızla birlikte…

Önce “Kar” sonra da “Kış” öyküleriyle sıcacık ısıtıyor yüreğimi. Bir yandan gülerken, diğer taraftan duygulanıyorum yine…

“Fareler ve İnsanlar” da, farelerin hırsızlıklarını Allah' ın keremi zanneden temiz kalpli insanlarımızı anlatıyor; yani bizi anlatıyor bize…

Ya “Basamak” şiiri ve final sözleri!.. “Yorulduk/ Yaşlandık/ Kitaplarımızın içinde/ Kuruyan çiçeklerimizle biz,/ Bütün her şeye/ Geleceğe basamak olmak için,/ Bir de,/ İz bırakmak için katlandık.

Tam da yüreğimdekileri dile getiriyor, kelimesi kelimesine…

Sondan bir önceki sayfada şöyle diyor: “Her şey bitti dediğin yerde; yani, olmak ile ölmek arasında, geriye mutlak bir şey kalır.” Kalmalı da zaten İbrahim, diyorum. Ama o beni duymuyor.

Sen çok yaşayasın İbrahim!.. Çok yaşayasın… ve yüreğindeki sesleri dile getirip, çağıl çağıl çağlayasın.

 

 

 

 

YORUM YAP