Silivri geçmiş dönem Belediye Başkanı Işıklar: Siyaset, umut yaratma ve rıza oluşturma sanatıdır

Silivri geçmiş dönem Belediye Başkanı Işıklar: Siyaset, umut yaratma ve rıza oluşturma sanatıdır

24.10.2025 13:21:00

Silivri'nin 2009–2019 dönemi Belediye Başkanı Özcan Işıklar, Kamil Bilici'nin hazırlayıp sunduğu Kentin Şahitleri programında siyasetin, yerel yönetimin ve kent kültürünün insani boyutunu anlattı. Işıklar, “Sandığa sadece oy değil; umut, güven ve gelecek teslim ediliyor” dedi.

Kamil Bilici'nin hazırlayıp sunduğu Kentin Şahitleri programına konuk olan Silivri'nin 7. Belediye Başkanı Özcan Işıklar, siyaseti bir güç değil, “toplumsal rıza ve umut inşa etme sanatı” olarak gördüğünü söyledi. Silivri'nin geçmişinden, yöneticilik anlayışından ve Türkiye'nin demokrasi geleneğinden yola çıkarak konuşan Işıklar, “Sandığa sadece oy değil; insanların hayalleri, umutları ve çocuklarının geleceği atılıyor. Siyaset bu güveni taşımakla başlar,” dedi.
Silivri'nin 7. Belediye Başkanı Özcan Işıklar, Kentin Şahitleri programında geçmişten bugüne Silivri'nin hikâyesini, kendi yaşam serüveniyle iç içe anlattı. “Burada doğdum, burada büyüdüm, Silivri benim hayatımın tam kendisidir” diyen Işıklar, kentin gelişim sürecine, kültürel mirasına ve geleceğine dair dikkat çeken değerlendirmelerde bulundu.
“BURADA DOĞDUM, BURADA BÜYÜDÜM, SİLİVRİ BENİM HAYATIMIN TAM KENDİSİ”
Işıklar şöyle konuştu: “Burada doğdum ve Silivri'nin tabelasında 6.000 yazdığını hatırlıyorum. Sonra 11.000 oldu, 15.000'lere çıktı. Küçük ama büyüme iddiası taşıyan bir kasabaydı Silivri. O zamanlar tarım dışında gelişmiş bir sektörü yoktu, sanayileşme başlamamıştı. Bugünün gözüyle bakınca, merkezde küçük bir çarşımız, sınırlı ama canlı bir esnaf kültürümüz vardı. Ben de bir esnaf çocuğuyum.
Belediye binası, şimdi sevgili kardeşim Sayın Başkan'ın tamamlayacağı binanın tam karşısında bizim dükkânımız vardı. Rahmetli babam, Silivri'nin ilk esnaflarındandı. Çarşıda üç-dört dükkân vardı, bir tanesi de bizimdi. 6–7 yaşlarındayken evden kaçıp dükkâna giderdim. O zaman zabıta Eşref Çavuş vardı, Allah rahmet eylesin; beni yakalayıp kovalar, ben kaçardım. Düşünün, tahta kepenkli küçük dükkânlar, karşı sokakta yoğurtçular: Bahar Yoğurdu, Efe Yoğurdu, Aslan Yoğurdu… Hepsi Silivri'nin kendi üretimiydi.
Küçük, samimi bir kasabaydı Silivri. 1970'li, 80'li yıllara gelindiğinde nüfus birden artmaya başladı, İstanbul'dan yoğun bir akış yaşandı. Bu değişim bana çok şey öğretti. O yıllar hafızamda derin izler bıraktı.
Çok partili hayata geçildikten sonra ben Silivri'nin yedinci belediye başkanı oldum. Selami Değirmenci beşincisiydi, benden önce Hüseyin Turan kardeşim altıncıydı, şimdi de dokuzuncu başkan görevde. 1963'ten bu yana uzun bir hikâye bu.
Çınarın altında Halim abiye yapılan haksız eleştirileri bugün bile unutmam. “Neden sanayiyi buraya sokmadın?” diyorlardı. Oysa Kazlıçeşme o sıralar boşalıyor, sanayiciler Silivri'ye gelmek istiyor, ama o direniyor. O zaman babam da esnaftı, ‘Kalabalık olursa işimiz artar' diye düşünürdük ama Halim abi haklı çıktı. Bugün Kapaklı'yı, Çerkezköy'ü, Çorlu'yu ve Ergene Deresi'nin yaşadığı çevresel tahribatı görünce Allah'ın Silivri'yi koruduğunu düşünüyorum. Halim abiyi rahmetle, minnetle anıyorum. Ardından gelen Seyit Girgin de aynı anlayışla hareket etti.
Selami Değirmenci toplu konut alanlarını açtı. Ama o noktadan ileriye izin vermedi. “Önce buralar dolsun, ondan sonra devam ederiz” derdi. Bu tutum, Silivri'yi koruyan en önemli kararlardan biridir. Ardından gelen Hüseyin Turan kardeşimiz de aynı anlayışı sürdürdü. Ben de onlardan devraldığım bu mirası on yıl boyunca korumaya çalıştım. Şimdi de mevcut başkan kardeşimiz, bu hafızayı geleceğe taşımak için çabalıyor.
Gerçekten o dönem büyük bir baskı vardı. Özellikle 1985'ten sonra Silivri üzerinde ciddi bir yapılaşma ve sanayi baskısı oluştu. Buna rağmen direnildi. Elbette ihtiyaç olan planlamalar yapıldı ama ölçü korundu. Bugün Silivri'nin 152 kilometrekare planlı alanı, 464 kilometrekare tarım alanı var. Bu oran, İstanbul ölçeğinde çok kıymetli bir denge.
Yaklaşık 70 bin bina ve 150 bin bağımsız birim bulunuyor. Bunları dörtle çarptığınızda, Silivri aslında yaklaşık 600 bin kişiye hizmet veriyor. Çünkü burada ikinci konutlar, günübirlik gelenler, mevsimlik nüfus da var. Bu durum ilk bakışta bir yük gibi görünse de doğru yönetilirse büyük bir üretim potansiyeline dönüşür. Çünkü Silivri'nin 42 kilometrelik sahil şeridiyle birlikte 500 kilometreye yaklaşan tarım toprağı var.
Silivri sadece tarımıyla değil, 5000 yıllık bir tarihle de yaşıyor. Bu bölge, Troya'yla çağdaş bir yerleşim. Hatta o dönemde Troya'yla akraba diyebiliriz. Doğu Roma İmparatorluğu'nun kuruluşunda, 1. Theodosius döneminde bir süre başkentlik yapmış Silivri. Bunu pek az kişi bilir. Ben tarih eğitimi aldığım için bu yönüyle çok ilgimi çekmiştir.
Sonrasında, kuzeyden gelen akınlara karşı 1. Anastasius döneminde, yani 507–512 yılları arasında Anastasius Surları yapılmış. Marmara'dan Karadeniz'e kadar uzanan 45 kilometrelik bir savunma hattı bu ve dünyanın en büyük üçüncü sur sistemi olarak kabul ediliyor.
Bir gün başkan yardımcısıyken, İngiltere'den Manchester Üniversitesi'nden Prof. James Crow geldi. Kültür Bakanlığı'ndan iki gözlemci de yanındaydı. İstanbul'un tuğlalarının üretildiği yerin Silivri Altınorak civarı olduğunu anlattı. O dönemde Bizans surlarının tuğlaları burada üretilmiş. Crow, sismografla görünmeyen temellerin fotoğrafını çekti. Orada üzerinde Bizans mührü olan birkaç tuğla buldular. Adam heyecandan titriyordu. Damadı ve gelini de aynı konuda doktora yapıyor; hepsi Anastasius Surları uzmanı.
Ben “Manchester'da kim bilir bu surları?” diye sordum. “Siz öyle düşünüyorsunuz ama sizden başka herkes biliyor” dedi. “Bu, Çin Seddi'nden sonra dünyanın üçüncü büyük surudur.” O an gerçekten çok etkilendim.
Bu değerlerin kıymetini bilip turizme kazandırmak, sadece bir belediyenin değil, devletin sahiplenmesi gereken bir konudur. Çünkü Silivri, hem bereketli toprakları hem de bu tarihsel zenginliğiyle, doğru yönetildiğinde Türkiye'nin dünyaya açılan kültür kapılarından biri olabilir.
“SİLİVRİ'NİN ÇOK KÜLTÜRLÜ HAFIZASI BİZE HOŞGÖRÜYÜ MİRAS BIRAKTI”
Bazı değerleri korumak adına söylüyorum bunu: Silivri'nin önemi sadece coğrafyasında değil, kültürel hafızasında saklı. Burada, geçmişte Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler birlikte yaşardı. Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethe giderken, Karacabey bu bölgeyi teslim alıyor; buradaki halkı yerleştiriyor, Silivrilileri buralara getiriyor.
Ben çocukluğumdan hatırlıyorum, o dönem hâlâ Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardı. Mezarlıkları bile Silivri'deydi. Kilisesiyle, havrasıyla, sinagoguyla birlikte yaşayan bir çok kültürlü geçmiştenbahsediyoruz. Bu ne demek? Bu, yüzyıllar boyunca süren bir hoşgörü kültürü demek. Silivri, bu hoşgörüyü içine sindirmiş, bir arada yaşamayı öğrenmiş bir yer.
Bugün baktığımızda, çevremizdeki ilçeler –Çatalca, Çorlu, Büyükçekmece– elbette tarihsel olarak zengin yerler ama Silivri'nin açık yapısı, bu kültürel çeşitliliği çok daha belirgin kılıyor. Cezaevi gibi risk unsurları olmasına rağmen bu hoşgörü hâlâ burada yaşıyor. Bu, Silivri'nin köklü geçmişinin bir sonucu. Herkes bu güzelliği yaşatmak için elinden geleni yapmış.
Yakın zamanda Aziz Nektaryus Evi vesilesiyle yeniden gündeme geldi bu konu. Geçen hafta görmüşsünüzdür; Fener Rum Patriği'nin ABD ziyareti sırasında, Patrik Bartholomeos orada Silivri'den bahsetti. Hatta Silivri Metropoliti Maximus da yanındaydı. Basında bazı spekülasyonlar çıktı ama sonra kendileriyle konuştum. “Hayır, kesinlikle şikâyet değil; tam tersine Silivri'yi övgüyle andık,” dediler.
Neden? Çünkü Aziz Nektaryus, Ortodoks dünyasında ilan edilmiş son aziz. Sevgi ve hoşgörüyü temsil ediyor. Ve Silivri doğumlu. Patrik Bartholomeos bir gün ziyarete geldiğinde bana, “Özcan, bu projeyi sen yapacaksın” dedi. O talimatla restorasyon sürecini başlattık. Hatta o dönemde evin bir maketini de hazırlatmıştık, hatırlarsınız, o maket hâlâ duruyor.
İlk aşamada altı papaz odama gelmişti; aralarında Amerika'dan gelenler de vardı. Sonra biz de iadeyi ziyarete gittik. Orada bana, “Bu azizin anlamı çok büyük,” dediler. “Dünyada 500 milyon Ortodoks var. Her pazar ayinlerinde bizim Fatiha'mız gibi bir kapanış duası okunur. O dua şöyle başlar: Silivri'nin bir oğlu…”
Bunu duyduğumda şaşırdım. “Gerçekten her pazar Silivri'nin adı mı geçiyor?” dedim. “Evet,” dedi Patrik. “Her pazar, her Ortodoks kilisesinde Silivri anılır.” Düşünebiliyor musunuz? Bu kent, dünyadaki milyonlarca insanın duasında geçiyor. Yani Silivri bir hac merkezi olabilir.
Bu örnek bile Silivri'nin ne kadar derin bir kültürel ve manevi mirasa sahip olduğunu gösteriyor. Yeraltı şehirleri, kaleleri, tarihi yapılarıyla eşsiz bir zenginliğe sahibiz. Bu sadece arkeolojik bir değer değil; insanlık mirası anlamında da çok kıymetli.
“SİLİVRİ'NİN SANAYİSİ DOĞAYLA BARIŞIK, KATMA DEĞERİ YÜKSEK”
Tabii bu anlattıklarımız aslında bir bütün. Tarih, doğa ve ekonomi birbiriyle iç içe. Ben buna “bacasız sanayi” diyorum. Yani turizm, tarım, kültür; çevreyle dost üretim modelleri… Fakat “bacalı sanayi”yi de unutmamak lazım. Hatırladığım kadarıyla Silivri'de sanayi işletmelerinin sayısı 600'e yaklaşmıştı. Bunlar öyle sıradan değil; katma değeri yüksek, çevreyle barışık, teknoloji kullanım oranı yüksek işletmeler. Biz Kazlıçeşme'yi sanayi bölgesi olarak kaçırdık belki ama onun yerine çok daha nitelikli, sürdürülebilir bir sanayi yapısı oluşturduk.
1994 yılıydı; ben meclis üyesiydim. O dönemde rahmetli Kadir (Baran) abiyle birlikte Silivri'nin bir fotoğrafını çekmiştik. Ne var elimizde, güçlü yanlarımız neler, zayıf yanlarımız nerede diye. O çalışmada gördük ki Silivri, gerilmiş bir yay gibiydi. Ne kadar gererseniz, o kadar ileriye fırlayacak bir potansiyele sahipti.
İnanç turizmi, kültür turizmi, 500 kilometre tarım alanı, kıyı yaşamı, balıkçılık, hizmet sektörü… Tüm bunlar bir araya geldiğinde Silivri'nin ne kadar çok yönlü bir ekonomik yapıya sahip olduğu ortaya çıkıyor.
Sanayimiz bugün yaklaşık 40 bin kişiye istihdam sağlıyor. Gayrisafi yurtiçi hasılanın o dönemde %2,8'ini Silivri üretiyordu. Yani 800 milyar dolarlık bir ekonomide yaklaşık 24 milyar dolarlık bir katkıdan söz ediyoruz. Bu müthiş bir potansiyel.
Dolayısıyla Silivri'nin devletten alacağı var, diyebilirim. Çünkü bu kadar üretim yapan, bu kadar katma değer yaratan bir kente, devletin biraz daha özen göstermesi gerekir. Ben hep söylüyorum: Silivri, sadece İstanbul'un değil, Türkiye'nin de ekonomik motorlarından biridir.
“SİYASETİ BÜYÜKLERİMİZDEN ÖĞRENDİK”
Gençlik yılları bizim için çok özel. Burada, yanımızda olan Selami Başkanımız, Talat abi, senatörümüz merhum Fikret abi… Onlar bizi siyasete adeta “zehirleyen” isimlerdi. (gülerek)
Ben, Fikret abinin yanına gelirdim; bana bir kitap verecek, bir şey anlatacak diye kapısında saatlerce beklerdim. O zamanlar Türkiye Senatosu'nda grup başkanvekilliği yapıyordu. Cumhurbaşkanı bir yere gittiğinde vekâleten ülkeyi yönetecek kadar önemli bir görevdi bu.
O, bizim için hem bir rol model hem de bir okul gibiydi. Bazen içeri almaz, sadece bir kitap uzatırdı: “Bunu oku, sonra konuşuruz.” derdi. Üniversiteye gidip gelirken o kitapları taşır, her defasında bir şey öğrenirdim. Talat abiden, Selami başkandan, Fikret abiden öğrendiklerimiz bugün hâlâ rehberimdir.
Bazı insanlar, “Fikret abi halktan kopuktu” derlerdi ama ben öyle düşünmem. O, siyaseti bilgiyle, nezaketle, sabırla yapan biriydi. Bizim kuşağımız, siyaseti onlardan öğrendi; ideali, inancı ve halka hizmeti de onlardan gördü.
“SİLİVRİ'DE SİYASET KAVGA DEĞİL, HİZMET YARIŞIDIR”
Ben, Fikret abinin halktan kopuk biri olduğuna hiç inanmadım. Tam tersine, o dönemde söylediklerinin ne kadar doğru olduğunu sonradan daha iyi anladım. Bana hep şunu derdi:“Oğlum, bak avize inşaat bitmeden takılmaz. Önce altyapıyı kurmak gerekir.”
Bu söz hâlâ kulaklarımda. Yani bir işi sağlam temele oturtmadan gösterişe kaçmamak… Silivri için de hep böyle düşünürdü. Önce insanları fikren hazırlamak, kentin ne olduğunu anlatmak, onu geleceğe bilinçle taşımak gerektiğini söylerdi.
Silivri'nin en büyük zenginliği, bu insani gelişmişlik, dayanışma ruhu ve hoşgörüsüdür. Hiçbir seçimde kavga olduğunu hatırlamıyorum. Kazanılır, kaybedilir ama seçim bittiğinde herkes birbirinin elini sıkar, yoluna devam ederdi.
Ben bu kültürü hem yaşadım hem devraldım. Hüseyin (Turan) kardeşimden görevi devraldığımda da aynı anlayışla hareket ettik. Bizde halef-selef ilişkisi hep saygı üzerine kuruludur.
Siyasete ilk adımımı meclis üyesi adayı olarak attım. O dönem ön seçimler yapılıyordu, rekabet daha sertti. Küçük yerlerde siyaset her zaman daha zordur çünkü kişisel ilişkilerle yürür. “Sığ suları küçük rüzgârlar dalgalandırır, geniş suları dalgalandıramaz” derler ya; küçük yerlerdeki siyaset de öyledir, daha hassastır.
Bizim kuşağımız, 12 Eylül'ün yarattığı kırılmanın ardından yeniden siyasetle buluştu. O dönemde bu işe girmek cesaret isterdi, çünkü siyasetin hâlâ “riskli” görüldüğü bir zamandı. Ama biz inandık, çünkü Silivri'nin değişeceğine, büyüyeceğine, üreteceğine inanıyorduk.

“SİYASET, UMUT YARATMA VE RIZA OLUŞTURMA SANATIDIR”
İstanbul Üniversitesi'nin kapısında adımı kazananlar arasında gördüğümde çok heyecanlanmıştım. Doktora programına kabul edilmiştim, arşiv uzmanlığı alanında çalışacaktım. Ama sonra düşündüm; beş yıl okuyup bitirmişim, şimdi bir üç-dört yıl daha git-gel… derken, o dönemde siyasete ilgim ağır bastı. Gitmedim. İçimde Silivri'yi değiştirme ve dönüştürme isteği vardı. Bu illa “başkan olayım” diye bir hırs değildi. Meclis üyesi de olabilirsiniz, bir sivil toplum örgütünde görev alabilirsiniz, ticaretle uğraşsanız bile bu kentin dinamikleri içinde yer alabilirsiniz. Önemli olan, Silivri'nin daha iyisini düşlemekti.
Benim fütürolojiye (gelecek bilimine) merakım da oradan gelir. Geleceği okumaya çalışırım. Bana bazen “hayalperest” derlerdi. Ama bence hayal kurmadan gelişme olmaz. 20-30 yıl sonrasını düşünürsünüz, sonra “bunu bugün yapsak olmaz mı?” dersiniz — işte orada fütüroloji başlar.
Bir gün çay bahçesinde otururken insanlar bana, “Şunu da yapsanıza,” diyorlardı. Oysa benim o sırada hiçbir görevim yoktu. Ama sokakta konuşuyorsunuz, partide fikir paylaşıyorsunuz, insanlar sizi dinliyor, sonra da o fikirleri sizden bekliyor. Aslında toplum sizi doğal bir refleksle bu yöne doğru itiyor. Sizde o istek varsa, kabulleniyorsunuz zaten.
Bence siyaset, kendi düşünceni başkalarının düşüncesine dönüştürme becerisidir. Bir hayaliniz, bir fotoğrafınız vardır kafanızda. O hayali toplumla paylaşırsınız, “Gel birlikte yapalım,” dersiniz. Zaten mantıklı olan, inandırıcı olan fikirler toplumda karşılık bulur.
Ama bunun için önce rıza oluşturmanız gerekir. Rıza, seçimlerde, gönüllerde oluşur. İnsanları ikna etmek, umut vermek, “Evet, bu yapılırsa iyi olur” dedirtmek gerekir. Bu, siyasetin özü.
Ben okumayı, araştırmayı her zaman sevdim. Herkesin ilgilendiği alan farklıdır ama benim merakım daha çok siyaset, yönetim, fütüroloji ve inovasyon üzerinedir. Bir de tabii Osmanlı medeniyet müesseselerini okuduğum için kurumsal yapıyı, devlet düzenini, sistemin nasıl işlemesi gerektiğini de yakından tanıdım. Bu da bana hem yönetim anlayışında hem vizyonda çok şey kattı.”
“SANDIĞA SADECE OY DEĞİL, UMUT VE HAYALLER ATILIYOR”
“Bizim refleksimiz hep şu oldu: “Var olanı nasıl modernize ederiz, geçmişi nasıl geleceğe taşırız?”
Küçümseyen bir bakış açısıyla değil, kendi değerlerimizden güç alarak… Çünkü bu coğrafyada kendi kaderini tayin edebilen tek ülke biziz. Bakın bugün çevremize; Suriye, Irak, Ortadoğu... Hangisi kendi kaderini özgürce belirleyebiliyor? Hiçbiri. Ama biz belirledik. Çünkü biz 150 yıllık parlamento geleneğine, 170 yıllık belediyecilik geleneğine sahip bir ülkeyiz. İlk şehir meclisi 1855'te kurulmuş. Düşünün, böyle bir hafızamız, böyle bir kurumsal birikimimiz var.
Benim görev anlayışım da hep bu hafızayı tanıyıp geleceğe taşımak üzerine kuruldu.
Göreve ilk başladığımda, yani 2009'da, ismini de söylemekte sakınca yok, Yusuf Sarıbekir abi ziyaretime geldi. Hayırlı olsun dedi, sonra ben de iade-i ziyarete gittim. Sohbet ederken bana bir soru sordu: “Özcan, insanlar sandığa ne atıyor?”
Ben de “Oy atıyorlar abi,” dedim.
Gülümsedi, “Hayır,” dedi: “İnsanlar sandığa umutlarını atıyorlar, hayallerini atıyorlar. Bu şehirde adam gibi yaşama isteklerini atıyorlar. Çocuklarının iş bulma umudunu, huzur içinde sokakta gezme talebini atıyorlar. Onlar sana bunu emanet ediyor. Bu, tanrısal bir yetkidir, kutsal bir emanettir.”
O söz benim için bir milat oldu. Gerçekten de doğruydu. Sandığa sadece oy değil, umut, güven ve gelecek teslim ediliyor. O emaneti layıkıyla taşıyabilmek için adaleti, refahı, kültürü, sanatı, sporu eşit biçimde paylaşmak gerekiyor.
Adalet sadece mahkeme salonlarında tecelli etmez. Adalet, Kaymakamlık Meydanı'nda ne varsa Sayalar Köyü'nde de aynısının olmasıdır. Bir mahallede park ne kadar bakımlıysa, en uzak köydeki çocuk parkı da aynı kalitede olmalıdır. Bu, belediyeciliğin vicdani boyutudur.”

 

Sevginar SALİ

YORUM YAP