Ali Gülcü

Fesleğen

Teee eskİ yıllarda evdekilerin haberi olmadan otobüse biner balık avlamaya gelirdim bu sahil kasabasına.
Çınar ağaçlarının altında, bahçesi kasketli adamlarla dolu bir kahve kalmış aklımda. Oturup çay içmişliğim, gazete okumuşluğum var. Eski pazar yerinden sahile iner, balık malzemeleri de satan, şişman, dev bakkala ekmek arası salam yaptırır, el oltası alır dalgakırana giderdim.
O karagözlerin misinayı alıp gidişi, balığı hissetmem, çekmeye başlamadan önce yüreğimin ağzıma gelişi, balık görünene kadar acaba ne yakaladım merakı, iğneyi balığın ağzından dikkatlice çıkarışım, aceleyle kovaya taze deniz suyu çekmem…
"Balık var mı?" diye soranlara göğsümü ileriye doğru çıkarıp gururla kovayı işaret etmem. Hele bir de "vaay be hepsini sen mi yakaladın bunların" derlerse… Gazete sayfalarına sarılmış salam ekmeğin tadı dün gibi aklımda…
Şimdi o dönemleri düşününce hep güneşli günler geliyor aklıma. Seksenli yıllarda hiç kış olmazmış, hiç kar yağmazmış gibi.
Benim yaşadığım kentin sokakları dize kadar çamur olurdu da, sihirli sahil kasabası pırıl pırıldı işte.
Etrafımda ben gibi balık avlamaya meraklı ne bir büyüğüm, ne de bir arkadaşım vardı.
Nasıl düştüm bu hevese? Nereden merak sardım?
Yaradan programı yükleyip gönderiyor bizi dünyaya işte, bir bakıyorsun civarında sana benzeyen hiç kimse yok!
Kafa dengi arkadaşı olmayınca yalnızlığı benimsiyor, bir süre sonra da keyif almaya başlıyor insan. Hala severim yalnızlığı, salaş meyhaneleri, deniz kenarında unutulmuş bankları, tenha kır kahvelerini, ağacı bol, insanı az çay bahçelerini, yazmayı, kitap okumayı düşünmeyi ve düşlemeyi…
İlkokula giderken annemin kitap okumamı yasakladığını hatırlıyorum.
"Kukumav gibi ne oturup duruyorsun evde, çıkıp arkadaşlarınla oynasana biraz! Bundan sonra kitap okumak yasak! Derslerine çalışsan bu kadar!"
Derslerime çalışsam o kadar, ne olurdum bilmem.
Deniz olmayan bir kentte sokağa çıkmak!
Boş arsalarda plastik toplarla futbol oynardık daha çok, mevsimiyse yolun karşısına bağlara geçip, dutlara, eriklere, kirazlara dalardık. Bir de, çamlığın orada oturan çocuklarla yaptığımız mahalle savaşları var! Kafaların yarılması, burunların kanaması, düşmanlar evlerine kaçtıysa şayet zafer kazanmış komutan edası ile mahalleye dönüş, savaşın yorumunun yapılması, kahramanlık hikâyeleri…
Ortaokullu yıllarda sarışın bir kıza âşık oldum, Leyla!
Üzerine Kerime Nadir'in Samanyolu adlı kitabını okumayayım mı?
Bu yetmezmiş gibi TRT'de dizi olarak yayınlanmasın mı?
Başrolleri Aydan Şener ve Tolga Savacı oynamasın mı?
Nejat ve Zülal...
Âşık oldum olmasına da, Leyla ile konuşacak yürek yok bende, hiç olmadı.
"Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli" tadında bir çaresizlik.
Şiirler, yemeden içmeden kesiliş, belki görürüm ümidi ile defalarca evlerinin önünden geçmeler.
Kendi kendimi onlarca kez dolduruşa getirip bu defa kesinlikle konuşacağım deyip Leyla ile karşılaştığım zaman, elimin ayağımın tutmadığını, bırak cümle kurmayı sadece "merhaba" diyebildiğimi hatırlıyorum…
Acaba merhaba derken gülümseyebiliyor muydum?
Sahi neydi o ruh hali?
Reddedilme korkusu mu? Kompleks mi? Duygularımı açık edersem kız benimle alay eder endişesi mi?
Ya arkadaşlarına anlatırsa?
Ya sınıftan birisi "Leyla kim, sen kimsin oğlum!" derse?

Borsa meydanında çaylar yapılırdı o dönem Cengiz Kurtoğlu, Ümit Besen şarkılarında dans edilir, kokmasın diye meyve suyuna masa altında votka karıştırılıp içilirdi. Denizi, balığı bilmeyen mahalleden arkadaşlarla, sevgili yapalım olmadı kızın biri ile dans etsek de olur kafası ile en yeni kıyafetlerimizi giyip, saçları jöleleyip giderdik.
O zamanın modası arka cepte içi boş kocaman cüzdanlar, cüzdanı pantolonun kemerine bağlayan bir zincir.
Yaşıtlarım metalciler ve acidciler diye ikiye ayrılırdı, biz metalci olduğumuz için üzerinde kurukafalar olan tişörtler ve bandanalar…
Camları kalın perdelerle kapatılmış kocaman bir salon, kuytular yiyişenler ve öpüşenler tarafından kapıldığı için ortaya yakın bir masayı abazan özerk bölgesi ilan edip otururduk, hareketli şarkılarda kalkıp dans ediyor, slowlarda boşta dans edecek kız var mı diye aranıyoruz. Slow şarkılar arka arkaya eklenince ver votkayı ver votkayı.
Aranırken karşı masada Leyla'yı görmeyeyim mi?
Vişne suyundan kaynaklı bir cesaret bende!
Hiç unutmuyorum Cengiz Kurtoğlu'nun Küllenen Aşk'ı çalıyor…
Kalktım, ne bacakların titremesi, ne bir şey, "dans edebilir miyiz?" dedim.
Hemen karar vermedi, azıcık düşündü, cevap vermeden kalktı. O önde ben arkada piste geldik, elini tutup, beline sarılmadan önce masada oturan at hırsızlarına küçümseyerek, utanıyorum sizlerden abazan herifler der gibi baktım.
Hayatımın en güzel dört dakika elli iki saniyesi…
Yarabbi bir el bu kadar yumuşak, bir bel bu kadar ince olsun.
Sarı saçlar, yeşil gözler, parfüm kokusu.
O kadar votkaya rağmen "seni seviyorum, çıkar mısın benimle" diyemedim Leyla'ya… Diye diye "keşke bu an hiç bitmese" dedim!
Dünyanın en yumuşak elli, en ince belli, saçları en sarı, gözleri en yeşil, parfümü en güzel kızı da bana;
"Güzel şeyler çabuk bitermiş" dedi…
Şarkı bitti, bön D.J Bad Boys Blue'den Pretty Young Gırl'ü çalmaya başlamasın mı?
Ne yapacağımız bilmeden bir beş saniye kaldık ortada "Oturalım mı" deyince
Oturmayalım ne var oturacak, bak ne güzel dans ediyorduk diyemedim tabi.
"Olur" deyip teşekkür ettim.
İki slow şarkı daha çalsa hayatım daha farklı olabilir miydi diye düşünürüm hep. Kader diye bir şey var, yazı, olmayacaksa olmuyor işte, ya dilin tutuluyor, ya şarkı bitiyor.
Sonra "Güzel şeyler çabuk bitermiş" ne demek diye düşündüğüm günler başladı…
Acaba iyi, umut verici bir cümle mi?
Yoksa tam tersi mi?
Basit, kısacık bir cümle kurmak varken, “evet ben de bu anın hiç bitmesini istemiyorum” demek varken... “Güzel şeyler çabuk bitermiş” demek de neyin nesi?
Lapin Ahmet ve Neptün Birol'la oturduk bir akşam, konuyu açtım, işi uyanmasınlar diye de sanki başka bir arkadaş yaşamış gibi anlattım olayı
- Kız “güzel şeyler çabuk bitermiş” deyince kafası karışmış çocuğun beni de pek sever geldi anlattı. Kafam derslerle o kadar dolu ki bir şey söyleyemedim.
Birol önce oturuşunu değiştirdi sonra sanki dünyanın en önemli analizini yapar gibi…
- Bence kız iplememiş arkadaşını…
- Neden ağbi!?
- Ben güzel bir şeyim, senin hayatından çabuk geçerim, çabuk biterim demek istemiş. Öpüşme var mı?
- Yok ağbi…
- Nerde oluyor bu?
- Kızın doğum gününde!
Lapin girdi araya
- Kız arkadaşını doğum gününe mi çağırmış?
- Evet
- Kızın gönlü olabilir kardeşim yoksa neden çağırsın doğum gününe, başka erkekler var mıymış?
- Varmış!
- Heee hediye getirsin diye de çağırmış olabilir. Kız milleti kardeşim belli olmuyor ki sağları solları, zengin mi bu senin arkadaş?
- Yok, orta halli, babası fabrikada çalışıyor.
- Olmaz onun işiii, para yok, “seni seviyorum” diyecek yürek yok. Gezme oğlum sen de tırsak adamlarla, mahalle arkadaşların varken…
- Doğru söylüyorsun hıyarın teki işte!

Bir ağbim olsa her şey daha kolay olacak diye düşündüğüm günler… Görmüş, geçirmiş adamın hali başka olur tabi… Gel ağbicim diyeceksin, oturacaksın yanına durum böyleyken böyle, bak kardeşin neler yaşıyor da senin haberin yok diyeceksin… Mantıklı ele alacak meseleyi, masaya yatıracak “bacak kadar boyunla ne işlere kalkışmışsın, derslerine çalışsana sen” demeyecek…

Düşünüyorum da içli çocuklardık be hepimiz.
Nasıl olduğunu bilmiyorum ama samuraylar gibi gururlu yetiştirmişlerdi bizi… Zaman içerisinde yaşıtım beş arkadaşım intihar etti!
Ruh Hasan vardı mesela. Yolda yürürken sürekli yere baktığı için kimseyi görmez kimseye selam vermezdi. Oyunlara katılmaz, konuşmazdı. Aklımız ermezdi o zaman ama kendi dünyasında yaşıyormuş demek.
Kızdırırdık Hasan'ı, ey ruh geldiysen masaya üç kere vur!
Güzel bilardo oynardı Allah için, Atarinin uçak oyununda rekorları vardı.
Tuz ruhu içmiş bir gün!
“Kurtarın beni” diye diye ölmüş, hastaneye yetiştirememişler… Derdi neydi, kafasında neleri çözememişti?
Kaybolup gitti aramızdan, unuttuk, unuttuğumuzu zannettik, aradan kaç yıl geçti, yazarken o kavruk, o elleri cebinde hali gözümün önüne geldi.
Yusuf vardı bir yaş küçüktü benden, şehre liseye göndermişti ailesi.
Çocuk okutmak masraflı iş, ev kirasıydı, giyim kuşamdı, yemek, içmekti…
Üç tane zayıf getirmemiş mi evlatçık?
Ailesi “dövmedik, ağzımızı açmadık” dediler ama her ne olduysa karneyi aldığı cuma gününün akşamı değirmende asmış kendini, iki gün aramışlar, kim bulduysa artık.
İntihar etti diye gece gömdüler Yusuf'u. Değer miydi be Yusuf?
Hayatın, öğretmenlerin yere göğe sığdıramadığı sınıfın en çalışkanlarını bile ne hale getirdiğini görmen, kafayı yemelerine, dağıtmalarına, bir işte tutunamamalarına şahit olman lazımdı.
(Olurda bir anne, baba okur diye yazıyorum)
Rahat bırakın evlatçıkları, yarıştırmayın, kendinizin yapamadıklarını onlardan beklemeyin, kalplerini kırmayın, küstürmeyin…
Şahin'i sabah yürüyüşüne çıkanlar mezarlıkta buldu. Cayar diye ellerini bağlamış, kızını aramış, helalleşmiş, “seni çok sevdiğimi biliyorsun değil mi” demiş…

Nick Nolte'ye benzeyen Murat öyle, kuyumcu Hakan öyle…

Korkudan, köşeye sıkışmaktan, çaresizlikten değildi arkadaşlarımın intiharları… Bakmayın konu komşunun “ailevi sorunları varmış, çok borcu varmış” demelerine. Başlarına gelenleri hak etmediklerini düşündükleri için, ben ne yaptım da bunları yaşıyorum sorusunun cevabını bulamadıkları için gencecik yaşta aramızdan ayrıldı bizim çocuklar…
Hangi hayvan yaptığı bir iyiliği sürekli diğerinin başına kakar?
Hangi hayvan küçük düşürür, horlar…
Dedikodu yapan hayvan var mıdır?
Hangi hayvan başka bir hayvanın hayalleri ile oynar?
Hangi hayvan düşene bir tekme daha vurur?
İnsanın insana yaptığını…
Allah hiç kimseyi çaresiz bırakmasın!
İnsan ne olursa olsun kabullenebilsin başına gelenleri.
Yalnız hissetmesin!
Şimdi de bunları yaşamam lazımdı desin, başıma gelen her kötü şey beni güçlendirir desin.
Kimseye minnet etmeden, borçlu hissetmeden, kendi ayaklarının üzerinde durabilsin.
Durduk yere, incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler yüzünden çocuklar annesiz, babasız büyümesin!
“Güzel şeyler çabuk bitermiş” gerçekten!
Benim güzel şeylerim de eczacının dombili oğlunu benim platonik aşkım Leyla ile el ele görünce bitti!
Arkadaş memlekette adam mı kalmadı?
Hastaneden, postaneye birbirine yaslana yaslana, el ele yürümek de neyin nesi?
Sonra ben niye görüyorum olanı biteni?
Sinemaya niye gidiyorum?
Otobüse binip sihirli kasabaya balık avlamaya gitsem ya!
Cengiz Kurtoğlu'nun Unutulan kaseti ve Grundig marka kasetçaların benden ne çektiğini bir ben bilirim, bir de Allah…
Yatıyorum Küllenen Aşk, kalkıyorum Küllenen Aşk.
Şehirlerarası yolculuk ederken, ıssızlığın ortasında Yunan kanallarından biri Bad Boys Blue'den Pretty Young Gırl'ü çalmaya başlayınca, bir köy kahvesinde mola verip yazdım bu olanı biteni, öykü olsun istedim!

YORUM YAP