Engin Akın

Düşüşün mazereti olur mu?

Bir takım ve kulüpte düşüş için sebepler oldukça çeşitli olabilir. Bunlar birbiri ardına sıralanabilir ve eklemeler yapılabilir ve sonunda da bir suçlu bulma arayışına gidilir.

 

Takım eski düzeyinde pres uygulayamıyor, rakibe sahayı dar edemiyor, özgüvenini, dinamizmini ve konsantrasyonunu koca bir sezon boyunca kaybetmiş olabilir. Üst üste kesilmeyen sakatlıklar takımın omurgasını kırmakla kalmamış oyuncuların, fizik güçleri de sekteye uğrayabilir. Uğratmış da olabilir! Uğratır da!

 

Maç kondisyonunu yitiren oyuncuların nefesleri o denli yorucu, yıpratıcı bir sistemi işletmeye yetmez hale gelir.

 

Takım kompakt yapısını yitirir.

Özgüven ise yerini tedirginliğe, ürkekliğe bırakır.

Bunlara, basit hatalarla yenilen goller de eklenince, kazanma refleksini ve ritmini kaybedersiniz. Bütün bu koşullar bir araya gelince de takım hafızasını yitirir.

 

Lig boyunca oynanan maçların içinde bölüm bölüm geçmişi hatırlayan ama sonra bir anda sıradanlaşıp kırılganlaşan bir takıma dönüşür.

 

Teknik adam, şövalyeye yakışır şekilde “Takımı bu haldeyken bırakıp gitmem”, “Beni kovmadıkları sürece de buradayım. Ben bir savaşçıyım” der!!!.

 

Dedi mi “Dedi” tabii!

 

Bu şekildeki çakma savaşçı hoca aklı sıra “Karizmanın, sade bir eşofmanın içine de sığabileceğini gösterir” ama tazminatını pazarlıklar neticesinde alır ve gider.

 

Takımlarının kümede kalması, tribünleri dolduran taraftarlar için çok anlamlı.

Böyle bitmemeliydi bu hikâye.

Hikâye böyle son bulmamalıydı.

Küllerinden tekrar doğmalı dendi, velev ki doğmadı…

Çok da sorun değil aslında.

Zira bu takım ilk defa düşmeyecek.

Başarısızken de sevmesini bilmek gerek takımı öyle değil mi?

 

Ya, geçelim Silivri'yi ve Silivrispor'u ülke olarak futbolda dibe vurmuş durum değil miyiz zaten.

 

Başta ülkemizde örnek aldığımız o büyük kulüpler olmak üzere hiçbir kulüp üretime dönük hamleler yapmıyorlar.

 

Kazanacak, yarışacak konuma getirmek yıllar alacaktır. Böylesi yorucu bir iş için proje üretmeliyiz. Avrupa futbolunda ilerlemiş ülkelere bir bakın. En büyük takımların bile, alt yapılardan yetiştirdiği futbolcularının takımlarını sırtladığını görmekteyiz. Türkiye'de ise buna Altınordu'yu örnek gösterebiliriz. İspanya bir zamanlar Avrupa'nın ortalama futbol ülkelerinden biriydi. En çok transferi Real Madrid yaptığı için şampiyonlukların çoğunu onlar kazanıyordu. Ne zaman ki Johan Cruyff futbol akademisini kurdu; işte o günden sonra İspanya'nın futboldaki yazgısı değişti. İspanya Ulusal takımı da, Barcelona kökenli oyuncularla hem dünya hem de Avrupa şampiyonu oldular.

 

Fransa futboluna baktığımızda yükseliş yine alt yapıyla baş göstermiştir. Fransa, 1980'lerde Ernst Jackie öncülüğünde kurulan futbol okulları sayesinde 1998 Dünya Kupasını ve 2002 Avrupa Şampiyonasını peş peşe kazanan ilk takım oldu.

 

1988 Avrupa Şampiyonu olan Hollanda'nın bir altyapı ülkesi olduğunu bilmeyen yoktur. Dünyaya altyapıyı Ajax öğretmiştir. Bayern Münih 1965'de ikinci ligden çıktıktan sonra bir altyapı takımı olarak 1970'li yılların ortalarında Ajax ile birlikte Avrupa futbolunun zirvesine oturmuş, Bayern'den yetişen oyuncularla 1974 Dünya Kupası kazanılmıştır. Yıllarca "altyapı", "altyapı" diye diye dilimizde tüy bitti. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük futbolcusu ve futbol adamı Johan Cruyff da aynı düşüncededir. Çünkü kendisi de bir alt yapı ürünüdür.

 

Türk futbolunda ki temel sorunlarından biri de budur.   Kulüpler kendilerine gelecekte de hizmet edebilecek, kulübün saygınlığını yükseltecek futbolcu ve futbol adamları yetiştirmelidirler. Altyapılar sadece futbolcu yetiştirmez, önce insan, sonra sporcu daha sonra da futbolcu yetiştirir. Bu olmadıkça Türkiye futbolda hiçbir yere varamaz.

 

Bizler, adına futbol denilen güzel oyunu bu yüzden sevmedik mi zaten? Her düşüşte kendi hikâyelerini yeniden yazmış takımları bu yüzden alkışlamadık mı?

 

Evinde oynadığı son maçında küme düşmüş takımları, minicik çocukların gözyaşlarıyla uğurladığı zamanlarda içimizden ah keşkeler geçmedi mi?

 

Küme düşmek değildir zira en kötüsü; ikinci, hatta üçüncü ligde mücadele etmek de değildir.

 

En kötüsü, hikâyenin en sonuna gelmektir.

Düşerken bile asıl olan bu düşüşün ne kadar süreceğini bilememektir.

Yalnızlıktır en kötüsü;

Unutulmak ve kaderine terk edilmektir.

Bu sezon bu şehirde alt liglerde mücadele edecek aynı hüzünlü kaderi paylaşan aynı renkte iki takım da olabilir...

 

O meşhur “Schindler's List” filminden alıntı o cümle gibi, “Karanlıktaysan, gölgen bile seni yalnız bırakır...”

YORUM YAP