Ali Gülcü

Bohem bir martı…

“Neden sürekli denize bakıyoruz” diye sordum martıya.

Kanatları büyük, gagası keskin, gözleri kırmızı bir martıydı!

“Geçmişte kalan yüzleri, sesleri hatırlamak için gözlerini denizden ayırmayanlar da vardır ama çoğu yüreği soğusun, derdini unutsun diye bakar. Bazısı denizin sırrını merak eder, sahile vuran dalgaların sesine karışmış fısıltıları duymaya çalışır. Denizin saklayacak bir şeyi olmadığı gibi sırrı da yoktur oysa! Bildiğin su işte! Sen fazla takılıyorsun bu konulara…Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık! Gördüğün gibi ben de yaşlı bir martıyım. Sen de meraklı bir insansın. Siz insanlar saklayamayacağınız sırların peşinden koşuyorsunuz. Bırakmanız lazım bu gizem arayışlarını, hangi yoldan giderseniz gidin tüm yollar aynı meydana çıkıyor. Siz farklı yollar tutarsanız farklı hayatlar yaşayacağınızı düşlüyorsunuz…

“Kendi kendimizi kandırıyoruz yani?”

“Aslına bakarsan içten içe başkalarının da sizi kandırmasını istiyorsunuz. Yalan güzelse inananı çok olur derler… Balinalar sardalya sürülerini kovalıyor. Deniz kaplumbağaları kumların arasına bırakıyor yumurtalarını. Bir gün yirmi dört saat. Siz de umut ediyorsunuz. Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!”

Basit düşünüp basit yaşayan, sabahtan akşama kadar ne bulursa yiyen bu çok bilmiş bohem martıyı dinleyecek değildim elbette…(!)

Ellerimi şortumun ceplerine sokuyor yaz rehavetiyle sahilde yürümeye başlıyorum.

Geçmiş zamanda bir gün küçük bir sahil kasabasına düşmüştü yolum. Soluğu salaş bir balık lokantasında almıştım. Yedim, içtim, uzun bir süre benden başka masa kalmayana kadar oturdum. Garsonlar, hadi arkadaşım bizim de evimiz var, der gibi bakmaya başlayınca hesabı istedim.

Küçük, oymalı, süslü bir tahta kutunun içerisinde getirdiler. Elimi montumun cebine attım, cüzdanım yok! Üzerimi değiştirirken otelde arabanın anahtarlarıyla beraber televizyonun üzerine bıraktığım geldi aklıma. Sıcak bir rüzgar esti içimde, yüzümün kızardığını hissettim. Gecenin kör yarısı arayacağım kimse yoktu, üstelik balık lokantasına da ilk defa geliyordum.

“Cüzdanımı otelde unutmuşum” dedim beyaz gömlekli garsona. Utanıyorum, sıkılıyorum bir taraftan.

“Alıp gelebilirim.”

Patrona haber verecek, iş büyüyecek, rezil olacağım derken gülümsedi delikanlı

“Yolun buralara yine düşer ağabey!” dedi, döndü gitti. Çok geçmeden sade bir Türk kahvesi bıraktı masanın üzerine, sanki hesabı ödemişim, yüklü de bir bahşiş bırakmışım gibi.

Ne adımı sordular ne telefon numaramı istediler. On yılı geçti hala gidiyorum o salaş balık lokantasına…

Gideceği yere gidiyor, döneceği yere dönüyor insan! Yolun nerelere düşeceği belli olmuyor.

Kendi kendime gülüyor soluklanmak için kumsala serpiştirilmiş şezlonglardan birine oturuyorum. Çok geçmeden koltuğunun altında kirli mavi bir minderle öğrenci olduğunu tahmin ettiğim genç kız dikiliyor tepeme.

“Ağabey tutar mısın ucundan şezlongu şemsiyenin gölgesine çekelim?”

Elli lira karşılığında eski hasır şemsiyenin gölgesine, kirli mavi minderin üzerine yerleşiyorum.

Nasıl sıcak, denize girenler, sohbet edenler, kitap okuyanlar ve kulaklıklarıyla müzik dinleyenler var.

Tepsisi elinde, parmak arası terlikleriyle midyeci geliyor. Orta yaşlarda, saçları seyrek, hafif göbekli, bıyıklı bir adam. İşaret edince, açıp limon sıktığı midyeleri tombul elleriyle uzatmaya başlıyor. Laf olsun diye işlerin nasıl sorusunu soruyorum.

“Bereket versin ağabey nafakamız çıkıyor da son meseleleri biliyorsun işte. Haram yemek günah ağabey! Yalan söylemek de günah! Hırsızlık yapmak günah, kibirli olmak da başkasının hakkını yemek de günah!”

Laf uzamasın, keyfim kaçmasın diye “Memleketin meselesi bitmez” diyorum midyeciye, kabukları sayıyoruz on iki tane yemişim, iki de kendinden açıyor.

Havluyu, öte beriyi koyduğum çantadan şnorkeli, gözlüğü alıyor denize giriyorum. Leylekleri toparlanmış göç ederken gördüm bugün, gelişlerine sevindiğim kadar gidişlerine hüzünleniyorum. Bir yaz daha bitiyor. Sizi bilmem ama anlamadım ben bu senenin nasıl geçtiğini, geçen yıl da öyleydi. Normal hayatlarımıza devam ederken, kırmızı ışıkta bile geçmiyorken iki yılımızın sayfalarını yırttılar günlüklerimizden. Çocuklar okula gidemez, yaşlılar sokağa çıkamaz oldu. Sosyal mesafeli hayatlarımız, maskeli anılarımız oldu. Denizlerimiz kirlendi, ormanlarımızla beraber içimiz yandı. Yüzerken, geride kalan, yaşanmış günlerde bağıra çağıra, neşeyle söylediğimiz şarkı geliyor aklıma, “gitmesek de görmesek de orası bizim köyümüzdür.”  Deniz minareleriyle dolduruyorum ceplerimi, denizden çıkıyorum.

Su var, su var!

Şu duş aldığım su şifalı sanki?

Bir taraftan titriyorum, bir taraftan suyun altından çıkmak istemiyorum. Terapi gibi, silkelenmek, arınmak gibi.

Bohem martıya sorsam; su sudur diyecek çıkacak işin içinden.

Kurulanmış dönerken şişmanca bir kadının hasır şemsiyenin gölgesini kaptığını görüyorum. Şalvarlı, gerdanı terli, ayak tırnakları kırmızı ojeli.

Ezilmiş mor terlikleri ilişiyor gözüme.

Hayrola der gibi bakıyorum, o da sırıtarak yemedik ya şemsiyeni der gibi bakıyor.

“Bakla falı bakacağım sana!”

“Param yok.”

“Yirmi liran da mı yok?”

Yirmi lira para değil mi diye başlasam konuşmaya, sinirlenir gibi yapsam, kalkar mısın yerimden diye diretsem… Hepsinin boşa gideceğine o kadar eminim ki.

“Söyle bakalım şimdi bir soğuk.”

Başına gelenleri kabullenmiş kazazede edasıyla söylüyorum soğukları.

“ Cıgaran var mı çiçeğim?”

Paket zaten onun yanında duruyor, gösteriyorum.

Kırmızı kadife bir torba çıkarıyor şalvarının kıvrımından, elime tutuşturuyor.

“Bir dilek tut, söyleme.”

O kadar uzun zaman oldu ki bir şey dilemeyeli, ne dilersem olacakmış gibi tereddüt ediyorum. Bir taraftan insanı etkisi altına alan garip bir havası var.

“Tuttun mu çiçeğim?”

“Tuttum.”

Kahkahayı patlatıyor, “sana bir şey söylerdim ama neyse!” Rahatlığın, özgüvenin böylesi. Yirmi bir adet kuru baklanın ve renkli taşların olduğu torbayı mavi minderin üzerine boşaltıyor. Meraklılar birikiyor etrafımızda, kadınlar daha çok, küçümseyen bakışlara karışan acaba ne diyecek beklentisi, adam sendeciler.

“Olacak dileğin ama zamanı var çiçeğim!”

Arabamı değiştireceğimi, önü deniz, arkası orman etrafında ev olmayan bir ev alacağımı…  Anlatırsam büyünün bozulacağını düşündüğüm! Duyduğum zaman inanmakla inanmamak arasında kaldığım bir sürü şeyi dillendiriyor.

“Söyle bakalım şimdi bir soğuk daha!”

Toparlanıyor sonra, uzattığım yirmi lirayı almıyor.

“Bazı insanlar neden karşıma çıkıyor diye düşünüyorsun ya! Bazen hayat dönüşeceğin insanı çıkarır karşına. Topla kendini der, ayakların yere bazsın der, kolundan tutar şöyle bir sarsar. Bunun gibi olma, der. Anladın mı çiçeğim?”

Martı geliyor hasır şemsiyenin kenarına konuyor, alay eder gibi;

“Oltanı her zaman denize atma, içindeki gölde de balık tut mu dedi?”

İçimdeki gölü sen nereden biliyorsun diye soramadım tabi. Basit düşünüp, basit yaşayan, kanatları büyük, gagası kesin, gözleri kırmızı bohem bir martıyı ciddiye alacak değildim elbette.

Deniz, denizdir! Taş, taştır! Balık da balık…Her şey göründüğü gibi, hepsi bu!

YORUM YAP