(Gorki'nin “Ana" sından, Plaza de Mayo Annelerine, Şili'nin arpilleralarını ağlatan annelerine ve Cumartesi Annelerine bin selamla)
Çıplak duvarların arasında yankılanan ayak seslerinden tanırdı oğlunu Emine Ana. Kapılar tek tek çarpılır, pencerelerin demir parmaklıklarından içeri yeni bir günün karanlığı süzülürdü. O günden sonra—Hasan'ın evden bir daha dönmemek üzere çıktığı o sabah—ne güneş sabah olmuştu onun için, ne de karanlık gece. Her şey bir arayışın içindeydi artık. Bir annenin, oğlunun izini sürerken devlete çarptığı bir yolun başındaydı.
Zaman, saatle değil acıyla ölçülür olmuştu.
Emine Ana Dersim'in acılarını sırtında taşıyan kalabalık, yoksul ve birbirine benzeyen evlerin arasında büyümüştü. Ömrü boyunca şikâyet etmeden çalıştı; çocuklarını büyütmeye, aç bırakmamaya, ezdirmemeye uğraştı. Oğlu Hasan'in 1995 baharında katillerin, cellatlerin mesai yaptığı bir sabah, devletin gözaltı kayıtlarında olduğu söylendi. Oğlunu bulmak için gittiği karakolda, onun adını duyamadı.
“Bizde yok” dediler.
Ama Emine Ana oğlunun sesini duyuyordu.
Bir annenin kulağı, devletin inkârından daha güçlüydü.
“Hasan burada” dedi. “O burada, ona ne yapıyorsunuz?"
İki ay boyunca morg morg, karakol karakol, adliye adliye gezdi. Devletin kapısına dayandı. İstanbul'un taşları kadar, yıkık duvarları kadar sessizdi herkes. Ta ki kimsesizler mezarlığında bir bedene rastlayana dek. Hasan'dı. Yüzü tanınmaz hale getirilmişti. Ama annesi tanıdı.
“Benim oğlum bu” dedi.
Sustu devlet.
Konuştu Emine Ana.
Oğlunun ardından her Cumartesi, elinde fotoğrafıyla Galatasaray'a gitti. Orada evlatlarını arayan annelerin adalet çığlığı vardı. Sesini onların sesine kattı. Sonra bir başka anne daha. Bir fotoğraf daha, bir acı daha… Hatice Göktepe Ana'yla ağıtları birbirine karıştı.
Zamanla Emine Ana artık yalnız bir anne değildi.
Bir halkın belleği, bir direnişin kalbi, bir hafızanın taşıyıcısından biriydi.
Polis kalkanlarına dayandı yüzü. Göz yaşlarıyla değil, bakışıyla ıslattı meydanı.
Her engel yeni bir oturuş, her susturma yeni bir çığlık oldu.
“Biz kaybolan çocuklarımızın sesiyiz” diyorlardı.
“Onları alanlar utanacak, biz değil.”
Her yıl Hasan'ın doğum günü geldiğinde bir kurabiye yapardı. Tabağın yanına bir de not koyardı:
“Bugün yaşasaydı, yirmi sekiz yaşındaydı.”
Sonra “otuz iki…”
Sonra “kırk üç…”
Yıllar geçti, Hasan yaşlanmadı. Ama Emine Ana yaşlandı.
Omuzları çöktü. Ama başı hiç eğilmedi.
Ama hikâyesi İstanbul'la sınırlı değildi artık.
Bir gün, Arjantinli annelerin sesiyle çınladı meydan.
Plaza de Mayo'nun taş döşeli yollarında evlatlarını arayan kadınlar, İstanbul'a bir selam gönderdi.
Ve Şili'den, Kolombiya'dan, İran'dan, Filistin'den, Mezopotamya dan başka anneler…
Ağlamaları aynıydı.
Dilleri, dinleri, renkleri farklıydı ama gözyaşları aynıydı.
Emine Ana, artık yalnız Hasan'ın değil, Buenos Aires'teki Plaza de Mayo'da yıllarca beyaz başörtüyle yürüyen anaların evlatlarının da anasıydı.
Santiago sokaklarında arpilleraların yasını tutan kadınların da kardeşi olmuştu.
Onun sesi, yeryüzünün adalet arayan annelerinin sesiyle birleşmişti.
O artık bir anadan fazlasıydı.
O, kayıp evlatların dünya haritasındaki pusulasıydı.
Bir dünya anasıydı.
Cumartesi Anneleri yasaklandı.
Oğullarının mezarına gitmeleri engellendi.
Ama Emine Ana geri adım atmadı.
Bir kadın, devlete diz çöktürmedi belki ama yere eğilmeden, teslim olmadan başı dik sonsuzluğa yürüdü.
Bir sabah, artık gözlerini açamadı.
89 yıllık ömrü, 30 yıllık direnişle mühürlendi.
Halk, ona “Cumartesi Annelerinin Emine Anası” dedi.
Ve Galatasaray Meydanı'na çıkan herkes artık bilir ki:
Orada yalnız analar oturmaz.
Orada bir halk, kimileri farkında olsun olmasın hafızasıyla susarak bağırır.
Ve o hafızanın başında, Emine Ana'nın yeri boş kalmaz.
Çünkü dünya üzerinde ne kadar kayıp evlat varsa,
O kadar Emine Ana vardır.
Ve hepsi onun yüreğinde bir bayrak gibi dalgalanır.
Nerede mi? Gün batımında güneşin ufuk da ki kızıllığına iyi bakın kaybedilmiş evlatlarını arayan anneleri görürsünüz.