Siyah üzümün suyunun beyaz olduğunu, ama renk pigmentlerinin kabuğunda bulunduğunu.. böylelikle kırmızı şaraba rengini verenin sıkıldıktan sonra tekrar üzüm suyunun içine boşaltılan kabuklarından geçtiğini, merak edenler öğrenirler ancak!
Bir de kafasının üzerindeki gök kubbede açılan koskoca karadeliğin altında yaşamaya bir anlam aramaya çalışan ve gayrı tavanı delinmiş bu koca dünyada kolay kolay mutlu olamayacağını anladığımdan beri, sadece “bilmek” ediminin iyileştiriciliğine sığınan insanlar fark ederler herhalde!
Filvaki, insan kökenli kötülüğün artmasından dolayı, dünyadaki acıların ağırlığıyla ekseni kayan ve arzın boşluğunda sersem sepelek dönen dünyanın yükünü azaltırsa artık merak, merhamet ve melâmetin beslediği ruhlar azaltacaktır. Umudum odur, başka türlüsü de pek mümkün değildir!
Aristo'nun mantığıyla söyler isek; cahil olan aynı zamanda bilmenin en başında duran, aynı zamanda öğrenmenin yolunu arayan kişidir.
Ona göre cahil insan öğrenmeye adayken, gafil sınıfına koydukları ise katiyen öğrenme isteği duymayan kimselerdir.
Bilmek isteyen insan mutlak surette merak duygusunu içinde söndürmemiş, onun ihtiraslı ısrarına engel olmamış şahıslardır.
Özetle, “Sen korkacaksan cahilden değil, beton kütle gibi bir noktaya sabitlenmiş gafilden kork” der Aristo.
Şimdiye kadar muradımı hem özel, hem öznel örneklerle desteklemeye çalışırken, öğrenmeye karşı hassasiyetle yola düşüp nerelere vardığımı siz sevgili okurlarımla paylaşarak ve okumakta olduğunuz satırlara bundan sonraki düşüncelerimi çatı eyleyerek yazımın yapımını tamamlamak niyetindeyim.
Ne ilginç! deniz balıklarının isimlerinin neredeyse tamamı Yunancadan alınmayken, göl balıklarına verilen adların hemen hepsi Türkçeden gelmektedir! Tabii bendeniz fark ettiğiniz üzere dayanamayıp, balıklama daldım bu konunun merkezine.
Mevzu derin, öyle olduğu içinde bundan sonrasını okumadan yazıyı bir kenara koymayın derim.
Konunun etimolojisini araştırdığımda bir tek “hamsi” isminin Arapçadan geldiğini öğrendim! Daha derin tarih sularına indiğimdeyse anlamış oldum ki:
Biz Türkler, Anadolu'ya, Akdeniz'e, Ege'ye, Marmara etrafına yerleşmeden önce denizlerle bağımızın yok denecek kadar az olması ve bundan dolayı olacak içinde bulunan binlerce canlıdan bihaberdik! Çoğunluğu steplerde göçebe yaşayan bir halkın bunları bilmemesi gayet doğaldı.
Olağan olmayan yerleşik hayata geçtikten yüzyıllar sonra bile göçebe alışkanlıklarımızı terk edip, kent kültürünün sosyal yaşamı dönüştüren dinamizmine ulaşamayışımızdı!
Evet, insan tanıdığı şeyleri tanımlar, ardından da türlerine göre adlandırır değil mi?
Kuzeyden gelip buraları kendine yurt edinen Türklerin, deniz balıklarını bilmedikleri için onları kendinden önceki halkların andığı isimlerle dillerine yerleştirip şimdiye değin öyle söyleyegelmişlerdir dersek, yanlış bir analiz yapmış sayılmayız zannımca.
Peki, göl balıkları neden Türkçe adlarla anılıp anlatılmış o zaman? Bu soruya nasıl bir cevap vermek konuya açıklık getirir dersiniz?
Söyleyelim hemen efendim.
Dediğimiz gibi Türklerin geldiği coğrafyalarda deniz yoktu ama çokça göl mevcuttu.
İşte onun içindir ki göl, ırmak ve derelerde bulunan canlı türlerine, fethettikleri topraklarda rastladıkları sıfat ve adları değil, kendi dillerinde kullandıkları isimleri verdiler de ondan..
Bakın mesela Sazan, Karabalık, Yayın, Alabalık gibi türler hep tatlısu balıklarıdır ve okuduğunuz üzere Türkçe isimlerdir.
Fakat İstavrit, Palamut, Lüfer, Sardalye, Kefal vs. gibi türler ise deniz balığı olup isimleri Yunancadır.
Çok açık değil mi! insan toprağına benzerse, galiba balık da suyuna ve soyuna benziyor!
Ne demiştik daha önce.. bir şeyi adlandırmak için onu anlamak lazımdır. Anlamak içinse merak etmek, gözlem yapmak, soru sormak birde diğerkâm olmak lâzımdır ey kâri.
Öyleyse konuyu bağlamından koparmadan bir yere bağlayalım artık elbette.
Dünyada bütün büyük uygarlıklar su kenarlarında kurulmuştur.
Su ile toprağın buluştuğu yerler kültür, verim ve üretim olarak en bereketli topraklardır.
Mısır uygarlığı Nil dibinde, Yunan medeniyeti Ege'de, Roma devleti Akdeniz'in hemen kıyısında kurulmuşlardır; hepsini de dönemlerinin en gelişmiş uygarlıkları olarak tarih kaydetmiştir sayfalarına.
Görünen köy kılavuz istemez ..derenin sularında debelenmeye alışmış bizler, dünyanın içindekileri de, dibindekileri de hiç anlayamamışız ne yazık.
Anlamadığımız için ise ne adlandırabilmiş ne nimetlerinden faydalanabilmiş ve ne de yeterinde koruyabilmişiz.
Halbuki deniz demek uygarlık, bereket, gelişmek demektir. Deniz demek, ulaşım, erişim, kesişim.. dünyaya açılmak demektir.
Deniz kültür, arınmışlık, sağaltım, daha çok insanlaşmak demektir.
Unutmayalım.. üç tarafı denizlerle çevrili memleketimin, dört bir yanı da p*ştlarla çevrilidir!
Deryanın insan yaşamına katkılarını kavramadan, dermanın ondan olacağının katiyen farkına varamayız. Şimdiye kadar olduğu gibi..
Evet şimdiye kadar olduğu gibi!
Eğer iki bölümden oluşan uzunca yazıyı sıkılmadan okuduğunuzda ve hala vaktiniz kaldıysa, hemen Marmara'nın kenarında bir sandalyeye çöküp kendinize bol köpüklü bir Türk kahvesi söyleyin.. suyun arıtan mucizesine teslim edin ruhunuzu.
Afiyet olsun.

YORUM YAP