Günlerdir bunun üzerinde düşünüyorum. Kapıdan kovaladığım düşünceler bacadan içeri giriyor.
Ülkeyi ele geçirip hunhar bir mafya gibi yöneten zihniyet, ondan güç alan lumpen çetelere alan üstüne alan açtıkça, koskoca Türkiye vahşi orman kanunlarına teslim oldukça, düşüncelerim daha da koyulaşıyor.
Derken, Metin Münir'in Ekim 2016'da yazdığı ve benim not aldığım yazısı geliyor aklıma.
“Türkiye'nin en çok tükettiği şey kendisidir”diye yazmıştı Metin Münir ve devam etmişti. “…Yargıçlarını, savcılarını, mahkeme katiplerini yiyor. Üniversite hocalarını, ve öğretmenlerini tüketiyor. Doktorları, hastabakıcıları tüketiyor. Askerlerini ve subaylarını tüketiyor. Alevileri ve Kürtleri, şirketleri ve işadamlarını, hacıları ve hocaları tüketiyor. Yazarları, şairlerini ve gazetecileri yalamadan yutuyor. Sadece insanlarını yemiyor Türkiye. Kurumlarını da kemiriyor. Kuvvetler ayrılığını katlediyor. Hukuk devletinin köküne kibrit suyu döküyor. Hürriyetleri bitiriyor.
Ormanlarını, sulak alanlarını, sahillerini, akarsularını, parklarını harcıyor. Dostlarını kaybediyor. Prestijini, inanılırlığını yiyor. Standartlarını düşürüyor. Büyüyeceğine küçülüyor. İlerleyeceğine geriliyor. Demokraside Avrupa'nın en geri ülkesi olan Türkiye'yi, batı ülkeleriyle karşılaştırmak artık abestir. Gittikçe Araplaşan ve otoriterleşen ülkeyi, Orta Doğu ve Kuzey Afrika devletleri ile aynı sınıfta düşünmek lazım. Ülkede yaşayan insanların çoğunluğunun kendini içinde rahat hissettiği yer orasıdır. Batı değil.
Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak, kendi kendini yiye yiye bu günlere geldi Türkiye. Geri kalmışlığının gıdası bu yemektir. Uzlaşma ve hoşgörü kültüründen ışık yılları uzak olmaktır bu tüketimin nedeni. Kitapsızlık ve kültürsüzlüktür. Kolay vazgeçmek, ucuza satılmaktır. Paylaşmak yerine kavga etmektir. Rüşvet ve yolsuzluğu dürüstlük ve liyakatin üstünde tutmaktır. Ruhunda demokrasiyi hissetmemektir. Bu yol nereye çıkar artık apaçık belli. Sen nereye gidersen git Türkiye. Ben gelmiyorum.” demişti.
Yıl 2018 Mart ayı son haftasındayız. Ve geçerliliği halen devam eden bu yazının sonuna benim ekleyebileceğim bir cümle; Bu kez Türkiye batıyor.
Gezi olaylarına kadar demokratikleşmeye kapıyı açık tutmayı başarmış olan Türkiye'nin yarı-kusurlu işletim sistemi, Erdoğan'ın uyguladığı ‘tam saha pres' yüzünden artık su almaya başladı. Batış sürecinde yani. Bu yarı-açık sistemin çökmesi demek, demokratikleşme hayallerinin de tamamen sona ermesi demek. Sivilleşme adına ne varsa sopayla kovulması demek. Türkiye'nin bağımsız kalmayı başarmış, hapse (henüz) atılmamış entellektüel eliti, gelecekten umudunu kesmek üzere.
15 Temmuz Darbe kalkışması ardından gelen demokrasi vaatlerinin tam bir kandırmaca olduğunu anlayan geniş bir kesim, özellikle akademisyenler işsiz kalma tehdidiyle karşılaştıkları ölçüde, gruplar halinde ülkeyi istemeye istemeye terk etme hazırlıkları yapıyor. Bir kısmı terketti bile.
Sağ elleri ile Bozkurt işareti yapan, devleti ele geçiren lumpen çete buna seviniyor, ‘defolun gidin' marşları söylüyor. Sadece akademisyenler değil, geniş ve vasıflı bir insan kaynağı, benzetmek gibi olmasın, aynen 1979 İran'ında yaşandığı gibi, Türkiye'de artık kendisine yaşam alanı bulamayacağı kanaatine vardı, varıyor. Ülke, bir kez daha kendi içini kemiriyor. 1940'larda, 50'lerde, 60, 70 ve 80'lerde yaşandığı gibi. Mesela geçtiğimiz gün Aydın Doğan milyar Dolar servetini devretti. Tıpkı devraldığı Simavi Ailesi gibi gider mi, gitmez mi bilinmez bu ülkeden. Ama bizlerin gidecek ne yeri, ne başka yurdu var.
“Dere geçerken at değiştirilmez” ata sözümüzü unutup, kimin arabasına binerse onun düdüğünü çalan oportünist yapı sardı her yanımızı. Son birkaç yıldır “Hayırlı Cumalar, hayırlı kandiller” diye atılan sahtelik kokan telefon mesajlardan gına geldi. Din sahtekarlığının, dini kişisel çıkarları adına kullanmaya başlayanlardan tiksinmemek mümkün mü?
Sİlİvrİ'de UBER Taksi
İstanbullu taksicilerin tebelleş oldukları ‘Uber'ciler gün geçmiyor ki dayak yemesinler. Silivri'de de başlamış uygulama. Bizim Taksicilerin haberi yok henüz. Bu yazımdan sonra cadı avına çıkarlar artık! Ülkenin nereye doğru gittiğinin bir başka göstergesi olduğu için yazıyorum. Özellikle İstanbul taksicilerinin “Ali kıran baş kesen” tavrına büründükleri bu olayların yaşandığı günümüzde, haklının hakkını koruduğu değil, kendini güçlü sananın karşıdaki kibarlığı güçsüz sandığı bir dönemi geçiyoruz.
Yağmurlu havalarda İstanbul trafiğinde hiç taksi bulmaya çalıştınız mı? Ya da Aksaray'dan bir taksiye binip “Unkapanı'na” dediğinizde mesafeyi kısa bulan taksicinin “Abi ben Yeni Kapı tarafına gideceğim” yalanı ile karşılaşıp taksiden indirildiğiniz oldu mu? Peki ya günün tam ortasında taksiye bindiğinizde taksimetreye basan sürücünün gece tarifesi açtığına tanık oldunuz mu? Ve yahut uzun mesafe yolculuğunuz esnasında sizden izin istemeden sigara yakan sürücülü bir taksi ile yolculuk yaptınız mı? Kadıköy civarından taksiye binip Sabiha Gökçen Hava Limanına gitmek isteyen bir turistin Yavuz Sultan Köprüsü'nden İkitelli, oradan da Fatih Sultan Köprüsünden Sabiha Gökçen Havalimanına götürüldüğünü 500 lira veren turistin verdiği fahiş taksi ücretine mi, kaçırdığı uçağına mı yanması gerektiği konusunda fikir yürüttünüz mü?
İşte Uber üzerinde kaba kuvvet ile, ölüm tehditleri savurarak baskı kurmaya çalışan taksiciler şimdi haksızlığa uğradıklarını savunmasınlar hiç. Ekmek parası masalına ise çocuklar bile inanmıyor. Bizler “Yola çıkanın rızkını Allah verir” inancı ile büyümüş bir milletiz ve doğru bir sözdür. O nedenle Silivri'de de Uberci Taksici kavgasına ne şahit olmak istiyoruz, ne de TV haberlerine Silivri'nin adına kara leke düşürecek bir haber izlemek istiyoruz. Şimdiden taksici esnafımıza saygı ile arz ederim.