Elİnİ uzatsan dokunu- verecekmişsin hissi veren ada yönüne atıyoruz oltalarımızı, aylardan nisan, mevsimlerden bahar...
Ormandan topladığımız odunları çam ağaçlarının etrafına dökülen kozalaklarla tutuşturuyor, daha önce yüzlerce kez yaptığımız gibi yüzümüz denize dönük beklemeye başlıyoruz...
Martılar dönüyor başımızın üzerinde, aceleci bir balıkçı teknesi geçiyor umursamadan, rüzgar yunan ezgileri taşıyor kulaklarımıza, meşe odunu kokuyor, yosun kokuyor, iyot kokuyor...Sessizliğe hapsoluyoruz mahkumiyetten mutlu.
Adaya ahşap bir kulübe yapıyorum yanına kümes, iki kazma vuruşunda tatlı suyu buluyorum buz gibi, kulübenin bir duvarı kitaplık oluyor; en sevdiklerimi kendi elimle diziyorum raflara, arada kokluyorum sayfaları, altını çizdiğim cümleleri okuyorum tekrar tekrar, gece lambası, ekmekli soba, doldurulmayı bekleyen boş defterler, yaşanmayı bekleyen boş zamanlar...
Sabahları erken kalkıyor denizin koynuna atıyorum kendimi çırılçıplak sonra asılıyorum küreklere, adanın kuytusu neresiyse oraya atıyorum çapayı, mercanlar, karagözler, sinaritler...
Gece kalabalık oluyor ada!
Bazen Orhan Veli'yi ağırlıyorum, bazen Halikarnas Balıkçısı'nı, Yaman Koray mavi turları, büyük orfozu anlatıyor, Sait Faik her zamanki gibi çok konuşmuyor, Can Baba alayımıza sövüyor, sarhoş.
Balık beklerken bir deniz yıldızı vuruyor karaya arkasından bir tane daha, o meşhur hikayedeki adam değilim yıllar önce öğrendim deniz yıldızlarının ölmesi gerektiğini, birini martı kapıyor diğerini yengeç sürüklüyor...
Adada neden ağaç olmadığını soruyorum arkadaşa;
- Hangi ada ağbi?
- Şu karşıdaki.
Bir tuhaf bakıyor yüzüme;
- Ağbi orada ada yok ki!

YORUM YAP