Neslihan Soydaş

Ses deneme 1

Bilinçli veya değil, hayatı bir algılama biçimimiz ve inandığımız doğrular var.
Meşhur sorudur hani: Elinize verilen bir mikrofonla tüm dünyaya seslenme şansınız olsaydı, insanlığa ne derdiniz? Bu soru külliyen bir hayat tanımıdır. Yani; görünürde elimize verilmiş birer mikrofon yok. Ama her birimiz omuzlarımız üzerinde bir –izm taşır, bir fikir taşır. Popüler bir şairin de dediği gibi, ‘'Yoo, hayır! Omzunu açma. Omzun ideoloji taşır. ‘' ( Ah Muhsin Ünlü, Yaşasın Ne Kadar da İdeolojik Yaklaşıyoruz Birbirimize)
Evet, mikrofonlarımız yok. Ama bugün çok daha fazlasına sahibiz. Ya da çok daha fazlası tarafından ele geçirildik. Zira dünyaya seslenmek için mikrofonlara da ihtiyaç yok artık. Aslında hepimiz bir şekilde kafamızın içinde şekilleneni, ‘soluk aldıkça sinede büyüttüğümüzü' haykırıyoruz insanlığa. Bildiğimiz kadarıyla, dilimiz döndüğünce. Görünmeyen bir yerlerde o mikrofonlar hep açık. O halde sustuğumuzu sandığımız zamanlarda bile kayda geçen şeyler söylüyor insanlık önünde her birimiz. Yok olmuyor, kaybolmuyor üstelik kopyalar.
Böylelikle insan kendisini, insan toplumu, insan coğrafyasını, tarihini şekillendiriyor. Elbette yaşarken insanın kendini şekillendirme süreci bitmiyor, umulur ki bitmesin… Mefkûresini olabildiğince derinlere salsın. Yalnız kendisini değil, torunlarını ve çok daha ötesini düşünsün. Gözünün görmediği, görmeyeceği topraklarda dahi mazlumun yanında dursun, hakkı savunsun. Bunun için kimsenin karşısında durmaktan çekinmesin, söyleyecek sözü, savunacak fikri olsun insanın. Yani her birimizin.
Her fırsatta övündüğümüz medeniyetimizi bizlere bırakan ataların izinde neler yapıyoruz, ne fikirler değerler ortaya koyuyoruz biraz kafa yormakta, onları ne kadar anladık ve şuan nerede duruyoruz görmekte fayda var. Bir şeyleri yanlış veya eksik anladığımız muhakkak: Devrim de darbe de gördü gördü bu millet zira. Kahraman da hain de. Yalan yanlış yazılan tarih kitapları düzeltildi de onların sebep olduğu tahribat onarılamıyor ne yazık. Çünkü bugün söylediklerimizi, dün söylemeye cesaret edemiyorduk. Bilge kral Aliya İzzetbegoviç'in de söylediği gibi; “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.''
O halde bilmek ve görmek zorundayız: konuştuklarımız kadar sustuklarımızdan da sorumlu olduğumuzu. Hiçbir şeyin tarihin kara deliklerinde kaybolmayacağını. Hiç kimse bilmese vicdanımız bilecek kimin yanında durduğumuzu, gayretimizi. Üstelik yaşımızın, cinsiyetimizin, görüntümüzün, makamımızın vs. hiçbir önemi yok, doğruyu hakkı savunmada.
Bizim, bir medeniyet kurmaya değilse de, o ruhu diriltmeye ihtiyacımız var. Belki bunun için yıkılması gereken duvarlar var. (Birçok anlamda) Aksi halde bugünden yarına bırakacağımız miras, taş ve beton yığını şehirlerden fazlası olamaz gibi görünüyor, ki onlar da kalırsa. Geçmiş nesiller, atalar bize incelikli yapılar bıraktı en azından. Biz dünün mahallelerini gerçekten bugüne tercih etmiş olabilir miyiz? Yoksa maddi hırslarla iş çığırından çıktı mı? Esenyurt'tan geçerken göz alabildiğine gökdelenlerle yarına nasıl bir mesaj vermek istiyor olabiliriz? Ya da belki de böyle bir gaye yok ki!
Ama ümitvâr olmak istiyor insan. Bulduğu her fırsatta durduğu yeri hatırlamaya ve hatırlatmaya ihtiyaç duyuyor. Çünkü mikrofonlar hep açık. Sözlerimiz, yaptıklarımız yerlerine ulaşacak, bugün değilse yarın.

YORUM YAP