Ahmet Yücegök

ORADAYDIM


1 Haziran 2013…

Bir yıl önce… O gün Kadıköy’de miting var…

CHP’nin sağladığı bir otobüsle yola çıktık.

Henüz… İstanbul’a varmadık…

Genel Merkezden bir telefon "Kadıköy Mitingi” iptal edildi, araçlar Beşiktaş’a çekilip oradan istikamet "Taksim”.

Ve… Hepimiz biliyorduk… Orada, haftalardır süren Gezi Parkı” direnişi var…

Bildiğimiz eylemelere benzemeyen bir eylemdi bu…

Ve… Başbakanın hedefindeydi…

Başbakan… O parkı kafasına göre düzenlemek istiyordu…

O kadar ki… "Üç beş çapulcunun sözüne mi bakacağım, AVM’de yaparım, kışla da yaparım” diyordu…

Yetkili Belediyeleri bile devreden çıkarmış, her akşam haber bültenlerinde, avazı çıktığı kadar bağırarak, meydan okuyordu herkese…

***

Oysa… Eylemcilerin talebi… Masum bir talepti…

Başta gençler olmak üzere değişik guruplardan parkta ağaçlar kesilmesin diye çadır kurmuşlar, o çadırlarda sırasıyla nöbet tutuyorlardı...

O kadar ki… İşyeri parka yakın olanlar, yemek molasında, yemek yemeyip, Gezi Parkı nöbetine gidenlerin olduğunu duyuyorduk. Hatta Silivri’den bile, günlerce nöbet tutmaya gidenlerin olduğunu biliyorduk, hem de "bilgisayar kuşağı”, "apolitik gençlik” diye tanımladıklarımızdan…

***

İşte o çadırlar… 31 Mayıs 2013 Gecesi "polis ve zabıta” iş birliği ile yakılmıştı…

Ve yakılan bu çadırlardan sonra orada nöbet tutanları Polis ve zabıta zorla, parktan atmak istiyordu… Onlarda parkı terk istemiyor, direniyorlardı… O nöbet tutan gençlerin çadırlarını yakmışlar, üzerlerine su ve biber gazı sıkıyorlar…

Etraf toz duman içinde. Haberler kötü…

***

Otobüsler Beşiktaş’ta…

İniyoruz… O ne? Her taraf insan…

Taksim’e doğru gidiyorlar…

Yanımızdan geçenlere bakıyorum belli bir örgüte mensup değiller, büyük çoğunluğu okulun armaları ile gayet düzgün bir şekilde sıralanmışlar "Diren Gezi” şapkaları ile yürüyorlar…

O yazıdan çok etkilenmiştim… Sanki imdat çığlığı gibi bir çığlıktı o…

***

Ve… O kadar çoktular ki…

Milyonlardı işte…

Hiç abartmıyorum, Dolmabahçe sırtlarından Taksim’e doğru karıncalar gibi tırmanıyorlar ve ellerindeki pankartlarda da yalnızca, okulun adı, ya da "diren gezi” yazısı vardı…

Ve… Pankartlarda ki yazılar da, belli ki kendi ellerinden çıkmış…

***

Evet… Diriliş günüydü o gün…

***

Başbakan ne söylerse söylesin "Gezi Parkı” destansı bir eylemdi ve milat oldu…

Ve… 1 Haziran 2013 İstanbul’un en özgür günüydü…

SİLİVRİ BUNU DA GÖRDÜ

Güzel ülkemde bu günlerde olmaz denilen şeyler oluyor. En son Maden Kazası demeyeceğim "Maden Cinayeti” bunların başında geliyor…

***

Cumartesi günü Gazetemizin ilk sayfasında kocaman bir fotoğraf, fotoğraf karesinde Silivri Çevre Derneği Başkanı ve yanında bir kişi daha, elleriyle bir yeri işaret ediyorlar. Fotoğraf karesinin üstünde kocaman harflerle "Topbaş’ın mandaları Kula’yı öldürüyor” iddiası…

Fotoğraf karesinde MANDA yok, her halde o nedenle haberin sonuna "iddia” ilave etmişler…

Bu tesisler Sinekli-Fener yolu üzerinde. Doğrudan Topbaş üzerine olmayıp, ortağı bulunduğu şirketinin de olabilir. Önemli değil…

O yolda "Dikkat Manda Çıkabilir” tabelalarını uzun zamandır görüyorduk…

Görüyorduk da…

İçerde kaç Manda olduğunu bilmediğimizden, tesisin alt başından geçen Kula Deresi’ni kirleteceği de aklımıza gelmiyordu…

***

Peki… Kadir Topbaş kim?

Kadir Topbaş, 3. dönem oluyor AKP’den İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı…

***

İki veya üç yıl önceydi…

Sayın Topbaş’in Silivri ziyareti sırasında Silivri Belediye Başkanı Özcan Işıklar kendisini makamına davet etmiş, o da bu daveti kabul etmiş ve icabet etmişti…

Özcan Başkan, ziyareti önceden biliyormuş, icabet edeceğini de tabii. O nedenle adet olan "yoğurt” ikramı için Danamandra’da imal edilen Manda Yoğurdu sipariş etmiş. Ziyaret, sırasında yerel ve genel basından temsilciler de gelecek onların önünde yoğurt yiyecekti Sayın Topbaş…

Ziyaret saati geldi…

Özcan Başkanın, yoğurtlar hakkında biraz da "ballandırarak” yapmış olduğu konuşmasının ardından, Manda Yoğurdu kaseleri ortaya geldi. İçerde yerel ve genel basın emekçileri…

Umutlanmıştık en azından, onlarca şubesi olan kendi pastaneleri için sipariş verir diye…

***

Bir gün B.Sinekli’den Fener’e gidiyoruz, yolun kenarında "dikkat manda çıkabilir” yazılı bir tabela…

Şaka gibi… Yoldan bakınca içerde manda filan görünmüyor, görünen kaba inşaat halinde birkaç bina...

Fener’de işin aslını sorduk, aslı varmış…

İnşaat halinde gördüğümüz binaların haricinde arkada bitmiş küçük binalar varmış, mandalar orada kalıyormuş…

Ve… "O çiftlik, İBB Başkanı Kadir Topbaş’ a ait”, dediler…

Ardından, binaların "ruhsat” meselesi gündeme gelmişti ama öğrendik ki "ruhsat” almış…

***

Şimdiiii… Dereler konusunda yetkili ve sorumlu İSKİ…

İSKİ’ nin açılımı… "İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi”

Peki… İSKİ kime bağlı?

Kadir Bey’in başında bulunduğu İstanbul Büyük Şehir Belediyesine…

"Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar?”

Hadi bakalım!

TAPUSUZ MAHALLE

Cumartesi sabahı yatak odamın penceresinden şöyle bir baktım…

Hava mis gibi. Kendi kendime "tam gidilecek zaman” dedim…

Sonra… Yine kendi, kendime "öğlenden sora gider, gece orada yatar hem de, kuş sesleri arasında yem yeşil bahçe ortasında mis gibi sabah kahvaltısı yaparız” dedim…

Üç kuşak bir arada yolla çıktık…

Sinekli sapağından Alipaşa Mahallesine, oradan sırasıyla K.Kılıçlı, B.Kılıçlı, K.Sinekli ve son durağımız Damamandra Mahallemiz…

Her ne kadar fabrikalar çirkinleştirmiş olsa da Alipaşa Mahallemizde bile yeşilin her tonu ile tanışıyoruz. Bahar her yanı ile belli oluyor. Yılın en güzel mevsimi gözlerinizi okşuyor…

Danamandra’da babadan kalma eski püskü bir evim var. Gece de kalınabilir. Eski püskü ama suyu elektriği mevcut. İhtiyaca cevap verecek kadar eşya da var…

Lakin evin etrafını ot basmış...

Üç kuşak bir aradayız, kuşaklar arası çatışma yaşanacak gibi çünkü yeni kuşakta "otların içinde yılan varsa” korkusu başladı. Ben "yoktur, olsa bile buralarda zehirli yılan olmaz” desem de korku dağları sarmış. Bu arada; bir gün önce az biraz yağmur varmış, otlar yamyaş. Sokak kapısından eve girene kadar ayakkabılarımız su gibi oldu… Planımızda "sabah mis gibi bir kahvaltı öğleden sonra da köyün karşısında, "Mal Müdürlüğüne göre ekip – biçmek suretiyle işgal ettiğim” tarlaya gidip, ekip biçmediğim ama durmadan "ecrimisil” ödediğim bu yerde piknik yaparız” vardı. Piknik için mükemmeldi. Tarlanın etrafı "koru” denilen meşe ağaçlarıyla kaplı, gölge sorunu yoktu…

Sabah kahvaltısı için Silivri içinden aldığımız nevaleleri eve yerleştirdik…

Benden hariç herkes.

Üstü kapalı, yanları açık sundurma dediğimiz yere ayaklarını uzatıp akşamın bu saatinde kuş seslerini, böcek seslerini dinlemeyi tercih etti…

Benim tercihim kahvehane…

Uzun zamandır görmediğim tanıdıklara rastladım, günün bu saatinde ve kahvehane de çaydan başka bir şey yoktur. Kahveci yakınımdır, ondan mı neden çay çok hoşuma gitti peş peşe yudumluyorum. Ve yatma vakti…

Hava mis gibi, oksijen bol, mis gibi bir uyku…

Sabahı, zımba gibi kalkıyorum…

Kahvaltı sofrası hazırlanırken etrafı "kolaçan” etme maksadıyla sokağa çıkıyorum. Eski "Çayır” dediğimiz yere gidiyorum yer, yer istiflenmiş odun öbeklerini görüyorum, bir yandan da "kara gübre” olsun diye mahallelilerin buraya taşıdıkları ahırlardan çıkan gübrelere gözüm takılıyor. Hayvan gübresi ama çürümüş, koku moku kalmamış…

"Mezarlık” altına doğru yol alıyorum…

İBB, mezarlık içinde parke taşlarla döşenmiş yollar görüyorum, giriş kapısı gayet güzel, üzerinde bir hayırseverin adı yazılı dış duvarında çeşme bile var…

Eskiden hiç rastlamadığımız, mezarların etrafı mermerle örülü içi her renkten çiçekleri görüyorum…

***

Üç kuşak sofranın başındayız.

Tost makinesine ekmekleri diziyor, kızarınca alıyor ve tereyağıyla yağlıyoruz. Üstüne de "dövülmüş kırmızı biber” ve zararlı olduğunu bilmeme rağmen lezzet katması için az biraz da tuz…

Ve itiraf ediyorum…

Sofrada yenecek çok şey olmasına rağmen beni en fazla cezbeden tereyağlı "kızarmış ekmek” oldu...

Yıllar önce yine böyle bir bahar sabahı Karadeniz kıyısında ki Çilingoz’a gitmeye karar vermiştik…

Akören Mahallemizden, Kabakça’ya geçmiş orada iki ekmek fırını var birinden dördü bir arada iki ekmek almıştık. Ekmekler, fırından yeni çıkmış sıcak, sıcak mis gibi, ekmekleri yarmış, içine tereyağı, kırmızı biber, az da tuz atmıştık, tadı hala damağımda… İnanın, üç kuşak, Çilingoz’a varana kadar ekmekleri tüketmiştik...

***

Sundurmadayız… Hava kararmaya başladı…

Rüzgâr serin, serin esiyor, gökyüzü siyaha boyandı ve çoktandır duymadığım gök gürültüsünü duyuyorum. Böyle giderse bizim tarla pikniğimiz yatacak…

Nihayet yağmur başlıyor… Piknik işi yattı…

***

Yağmur diniyor… Yerler kurudu bile…

Mahallenin takımı, başka bir mahalleden gelen bir takımla öğlenden sonra maçı varmış. İstikamet orası… Şansa bak…

Sonuç… (6-0) Mahallemiz yenildi…

Artık… Dönme zamanıdır…

SÖZÜN ÖZÜ…

"İnsanlar yaşadıkça yaşlandığını sanırlar, hâlbuki yaşamadıkça yaşlanırlar.

İnsan, yaşlı olmaya karar verdiği gün yaşlanır.”

(W.E.GLADSTONE -30/5/2014 - Sevginar’ın hazırladığı "Her Şeyiyle Silivri” köşesinden...)

(Nevin Helvacıoğlu’na bir teşekkür de benden…)


YORUM YAP