Ali Gülcü

Çay kaşığından hayal

El edince durmuştu kamyon. Şoför kasayı gösterince gübre çuvallarının üzerinde buluvermiştim kendimi.

İki çuvaldan yatak yapmış, uzanmıştım. O sarsıntıda uyumak mümkün değil tabi. Gökyüzünü seyretmiştim, nereden gelip nereye gittiğini bilmediğim uçakların izlerini, kuşları.

İçim geçivermiş haberim yok! Hayrabolu'ya gelmiş kamyon, köyde inecektim oysa, ne bilsin şoför söylemeyince.

Tıkış tıkış, mazot ve sarımsak kokan yeşil bir minibüsle, iki saatte geri dönmüştüm. Her köye girmiş, her kahvehanenin önünde yolcu beklemiştik. İnenler, binenler, uyurken birdenbire gözlerini açıp şaşkın etrafa bakınanlar, gazete okuyanlar, minibüsün kirli camlarında kaybolanlar.

Kahverengi suni deri, neredeyse boş bir cüzdan taşırdım o zamanlar. İçinde beş lira, on lira olurdu. Bir de siyah beyaz fotoğrafımın tel zımba ile sabitlendiği kütüphane kartı.

Tel terden küflenir, vesikalığın her yerine yayılır, dolma kalemle yazılmış yazılar silikleşirdi. Nüfus cüzdanları deftere benzediği için gezdirilmezdi pek, sorulacağı yerlere gidemediğim için taşımazdım. Banka kartı, ehliyet zaten yoktu. Cüzdana ne konulacağını da tam olarak bilemiyordum. Maksat az ve nadir elime geçen kıymetli paralar buruşmasın!

Cüzdanı kaybetmiştim o gün.

Manevi değeri yüksek paralara mı yanarsın, kütüphane kartına mı?

Gübre çuvallarının arasına düşürdüm herhalde diye düşünmüş, üzülmüştüm de.

Aylar sonra babaanneme bırakmışlar cüzdanı. Hayrabolu'dan Muratlı'ya getirmişler, nasıl akıllarına geldiyse tren istasyonunda gişeye emanet etmişler. Bir tanıdık benim kütüphane kartını bez panoya raptiyeli görünce sormuş, sorunca da cüzdanla beraber vermişler. Param da duruyordu!

Şimdi düşününce… Neyse, önemli olanın paranın kaybolmamış olması değil mi? Babaannem bir güzellik yapmış da olabilir, olmayabilir de!

Sokaktan bağıra çağıra eski bir kamyon geçince aklıma geldi bunlar, karalayıverdim unutmayayım diye.

Hangi anahtarın hangi kapıya uyacağı belli değil velhasıl, nereden bakarsan otuz beş, kırk senelik mevzu.

Güneşli bir gün, aylardan mart, sahilde bir bankta oturuyor, garsonun tepside uzattığı çaylardan birini alıyorum.

O günleri düşününce, ince kavak ağaçlarının arasında uzanan, dar, tozlu yollar geliyor aklıma. Çift beygirlerin çektiği arabalar, koyun, inek sürüleri, kasketli, tanıdık gülen yüzler. İçinde ne olduğu görünmesin diye ağzı gazete kâğıdı ile örtülmüş hasır sepetler, çalı süpürgeleri, gaz lambaları, ıslak, boyalı testiler… Zamana yenik düşmüş her şey.

Anneannemin annesine haminne derdik. Hayal meyal, beyaz başörtülü, nur yüzlü küçürek bir kadın gözümün önünde.  Evlerde ağzı tahta kapaklı büyük küpler olurdu, su konduğu gibi turşu da kurulurdu.

Haminnemin arka bahçesinde vardı bu küplerden. Sarı sarı, kütür kütür lahana turşusunu yer, maşrapayla turşu suyu içerdim. Bak şimdi tadı geldi ağzıma. Olacak şey değil ama oluyor işte!

Dar ve tenha sokaklara bakan basma perdeli pencereler, ekmekli, çinili sobalar…

İki şeker atıyor karıştırmaya başlıyorum camdan ince belliye hapsolmuş ve demini almış çayı. Gözlerim kaşığa sabitleniyor, bir martının sesi duyuluyor, bir karameke dalıyor.

“Mesele kaşık” diyor içimdeki ses!

“Kimseninki yeterince büyük değil. Dünyayı görür de insan, avuçlayabildiğini, taşıyabildiğini doldurur ceplerine. Gözü kalır, aklı kalır…

Koskoca dağ varken çakıl taşı.

Okyanuslar varken su damlası.

Uçsuz bucaksız ormanlar varken dal parçası.

Düşünür düşünür, dolanır dolanır, yettiği kadar aklının kantarına vurur meseleyi, tartar. Her şey olacağına varır der, küskünlükle ekler, dünya böyle! Kaşık sığ ve küçük olunca?

İnsana çok zor gelen iki şey vardır! Biri affetmek, diğeri kabullenmek!

Her insan diğerlerinden farklı olduğuna inanır ve ne yaparsa yapsın anlaşılmak, saygı görmek ister. Günah başkalarına yakışan dekolte bir elbisedir!

Çakıl taşı dağdır.

Su damlası okyanus.

Dal parçası orman.

Ne kadar yaşadığın değil, yaşadığından ne anladığındır mesele.”

Fırsat buldukça gökyüzünü izliyorum hala, nereden gelip nereye gittiğini bilmediğim uçakların izlerini, kuşları…

YORUM YAP