Ufuk Bek

ALİ GÜLCÜ ve EŞİKLERDE

“Armstrong” la başlıyor kitap. Siyah beyaz film tadında bir öykü. İçime yayılan sıcaklığın nedeni sadece Hulusi Kentmen, Kadir Savun ya da Vahi Öz değil, başka bir şey var. Sanırım, yaşamdan gereken dersi çıkaran; söylemek istediklerini anlatırken işini çok iyi yapan birinin cümleleri bunlar.

“Avlu Kapısı”nı okurken, ben de çocukluğuma gidip geliyorum. Anneannemin enfes kurabiyelerini, Babaeski'deki köhne evi, bahçedeki kuyudan kovayla su çekişimi anımsıyorum; dokuma tezgahında yanına oturup mezurayı iplerin arasından geçirişimi, renkli bez parçalarından dokunan kilimleri, yerdeki kocaman koyun pöstekisini…  Tanıdığım ilk bilge kadının adını, ölümünü…

“Ayna” da, kendi suretime bakmak geliyor içimden. Merak ediyorum, ben mi yaşlıyım, suretim mi?

“Bir Öbek Midye Bir Öbek Özgürlük” te, gözlerimiz ufuk çizgisini pek seçemese de, yüreklerimiz huzur buluyor karışan maviliklerde…

“Bonne Nuit” adlı hoş öyküde, çoğumuzun içindeki sese tercüman oluyor sevgili Ali…

“Buluttan Gözler” le dikkatle bakarken, kök salmak isteyenlerle su gibi akmak isteyenleri kıyaslıyor.

“Cümbüş” aslında Ferdi'nin hikayesi de, Madam Anahit ve Stepan Erol'da yalnız bırakmıyorlar onu, eşlik ediyorlar akordeon ve cümbüşleriyle…

“Başkalarının gözünde büyümeye çalışanlar ve el alem ne der diye kendine el olmuşlarla dolu değil miydi mezarlıklar?”  diye soruyor, “Derin Mavi” de…  Evet, Ali, diyorum. Maalesef öyle! Ve dans ediyorum sonra denizkızıyla simsiyah bir gecede, Phil Collins eşliğinde.

“Döngü” de, Ferdi Özbeğen çalarken bir yerlerde, hayali gerçekten ayırmaya çalışıyorum ben de…

“Düşünceli” de Sait Faik geliyor aklıma. Bu öyküyü okumuş olsaydı, diyorum, kıskanır mıydı acaba?

“En Mavi sırdaşım Deniz” de, ben de teşekkür ediyorum Yaradan'a, farkında olduklarım için…

“Eşiklerde” kitaba ismini veren şahane bir öykü. Hepimizin geçtiği ya da üzerinden atlayıp geçemediği eşikler var; ancak bunları Ali Gülcü kadar güzel anlatanını bulmak hiç de kolay değil.

“Eylül 1972” de, yazar rakı şişesini azarlarken gülümsüyorum yine. Belki rakılar da insanlar gibidir, diye düşünmeden duramıyorum. Hani derler ya, otuz beşinde neyse şimdi de o! Hangimiz değişmiyor ki, diye sormak geçiyor içimden Ali' ye; hele ellili, yetmişli yaşlarımızı kestirmek ne mümkün! Keşke kızmasaydın, azarlamasaydın otuz beşliği boş yere.

“Fa” allak bullak ediyor zihnimi. Peynirin hissettiklerini hangimiz hissetmedik ki, diyorum… Kuralları belirsiz oyunda kaybolmuş gibi hissettiğim anlar geliyor gözümün önüne; bir de, çaresizliğin sızısı…

“Gölgede” hayal kurduruyor, güzel tatlar bırakıyor ağzımda. Biliyorum, kitap kahramanları anlar beni nasılsa!

“Huzur” u ne zaman aramaya başlıyor insan? diye soruyor Ali… Ben, “ne zaman anlar pazılın parçası olmadığını, nasıl avunur?” cümlesine takılıyorum… Hayata tutunmak için birkaç nedenim olduğu için mutlu oluyorum.

“İçimizdeki Ses” te, çok şükür ki gökyüzüne bakıyorum hala ve içimdeki sesi dinliyorum çoğunlukla, diyorum… “İspanyol Meyhanesi” dünü ve bugünü bir film şeridi gibi gözlerimizin önünden hızla geçirirken, yarınla ilgili çokça soru işareti bırakıyor önümüze. Kim bilir, yanlış yüzyıla tesadüf etmiş şanssız çocuklarız belki de?

“İzler” i okuduğumda, nasıl da benzermiş izlerimiz, diyorum. Balık lokantası olmasa da aklımdaki.

“Kafalar Aşure Kazanı” içinde bulunduğum kayığın kaç kez alabora olduğunu düşündürüyor bana, ve kaçında yüzerek kıyıya çıkabildiğimi!

“Kararsız” da, hep iki yol var mı gerçekten Ali, diye sormak geçiyor içimden.

“Kasaba” da ise, yoldan geçen traktör mü, kavuncunun henüz gerçekleşmeyen ama kaçınılmaz olan trajik sonu mu omuzlarımdan tutup sarsıyor beni, bilemiyorum.

“Kenan Usta'nın Selamı Var” isimli öyküsünde, İbrice' deki Dalgıç Koyu'nda Lütfü Ertürk ile kuracakları çadırdan bahsediyor Ali. Ah keşke, keşke yanına biz de bir çadır kurabilsek İbrahim ve Hulusi'yle; hem belki Kamil de katılır bize, şiirler okuruz hep birlikte.

“Kızarmış Ekmek İki de Levrek” i okuduğumda ise, bu kez nezleden akan burnumu değil, ıslanan kirpiklerimi siliyorum elimdeki peçeteyle. Ve seviniyorum, “insanlık daha ölmemiş” diye!..

“Körlük” adlı hikayede, belki de körlüğün, önyargılarımızın gözlerimizin önüne çektiği bir perdeden ibaret olduğunu düşünüyorum. 

“Kuyu” yu okuduğumda, ne kuyu ne de atılan taşlar umurumda değil, sadece diktiğim ağaçları düşünüyor, mutlu oluyorum. Yüzümdeki gülümseme yeşile dönüşüyor sanki; bin bir çeşit yeşile.

“Son sayfadan sonrasını roman kahramanları da bilmez” diyor, “Macit…” Kendi ismiyle müsemma öyküde.

“Metafor” da kahramanlarımız, Elvis Presley ve bilge karga… Mesajı almalıyız artık: Ya şimdi, ya da asla!

“Mürşide”yi ayrı bir keyifle okuyorum. Sevdiğim roman kahramanları geliyor gözümün önüne; onlarla sohbetlerimiz, dertleşmelerimiz… Okumayı, yazmayı sevmek böyle bir şey demek ki, diyor ve gülümsüyorum.

“Müzeyyen” çocukluk günlerimin Lale Bahçesi sinemasına götürüyor beni. Üzerine tırmandığımız briket duvarın yanındaki badem ağacı geliyor gözümün önüne… Önce Berkant, ardından ise Beyaz Kelebekler çıkıyor sahneye.

“Nasip” değilse olmuyormuş. Hikayeyi okuyunca bir kez daha anlıyor insan. Ama ben yine de (gülümserken kendi kendime) levreğe sormak isterdim, niye onu seçtin? diye… Sonraki öyküde, ne balık ne de okyanus olmadığımızı anlatıyor bize Ali Gülcü, hem de sekiz milyar insandan çok azının kurabileceği hoş cümlelerle.

“O Kader Güzel” öyle harika bir öykü ki. Adeta kendi kaderimi görüyorum yazılanlarda. Ve biliyorum ki, bunu sadece çok iyi yazarlar hissettirebilir insana. Finali ise muhteşem: “Ne kadar az insan? O kader güzel!”

“Olta”yı birlikte atıyoruz denize. Ama öykünün geçtiği yerde değil, bizim “Olta”nın önünde, Silivri' de.

“Ressam” da, okumanın kutsallığı, dinlemenin bilgeliği ve hatırlamanın derinliğine yürekten katılıyorum. Gidenin arkasından sürahiyle dökülen su sayıyorum kendimi, akıp geçeceğimi biliyorum.

“Sahaf” ı okuduğumda, yıllardır içimde bir yerlerde bastırmaya çalıştığım o düşünce birisi dürtmüş gibi uyanıveriyor uykusundan. Sanki, sanki bir gün ben de deniz kenarında bir sahil kasabasında, bir sahaf olarak veda edeceğim hayata.

“Sekize Yirmi Var” yine çocukluğuma götürüyor beni. Sünnet olduğumuzda, babamın, abimle ikimize hediye ettiği Nacar marka saatler geliyor gözümün önüne. Yatakta uzanıp poz verirken kolumdaki saati gösterme çabamı anımsıyor ve gülümsüyorum. Sonra, Babaeski' de saatçi dükkanlarının vitrinleri önünde zamanı unutmuş, hepsi birbirinden farklı zamanı gösteren saatlere hayran hayran bakarken buluyorum kendimi… “Siyah Bir Tüy” bulmalıyız artık, diyorum; iyiye işaret. Çok ihtiyacımız var son günlerde buna… “Söz” ü okuduğumda, düşünmeden söylediğim birkaç cümle yüzünden başıma gelenleri, üzdüğüm insanları, uğradığım haksızlıkları düşünürken buluyorum kendimi… “Şaka Gibi” ise, sosyal medyayı iki kelimeyle özetleyen nefis bir başlık olmuş, öyküsü de öyle… Ardından çok ama çok “Tanıdık” geliyor bana Ali'nin hikayede anlattığı şeyler… “Te Şimdi” derken, kaybolan yıllarımı değil de çok sevdiğim “Mr. Destiny”yi anımsıyorum; beni keşke demekten kurtaran o enfes filmi: Bay Kader' i… “Tekrar” da, “herkesin özel olduğu bir dünyada sıradan olmaktan daha büyük erdem mi var?” diye soruyor. Yok, be Aliciğim, diyorum. Yok tabi ki, kesinlikle haklısın!.. “Temas” ta ise, empati yoksunu ayaklı virüslerden uzak durmamızı salık veriyor,  tevekkülü anlatıyor bizlere… Kitabın sonlarına doğru “Türlü” isimli öyküde gözlerim yaşarıyor yine. “Özü; insanın utananı güzel” diyor son cümlede sevgili Ali. (Ağlayabileni de güzel be Aliciğim, demek geliyor içimden.) “Üç Meşe Fıçı” da, yönetmenin motor sesi çınlıyor kulaklarımda. Hayat akmaya biz oynamaya devam ediyoruz. Shakespeare'nin dediği gibi: Hayat bir sahne, bizler de oyuncularız çünkü… Son öykü “Yol” u okuyorum. Yol uzun ve sarp ama yürümek güzel ve yetişmek gibi bir telaşım da yok çok şükür. “Ben yazdım o cümleleri, sen nereden bileceksin?” diye sorabilir sevgili Ali. Bu sözlerine de vereceğim yanıt hazır. Belli bir yaştan sonra, hele altmışa merdiven dayayınca hangi yolun karşına ne çıkaracağını az çok kestirebiliyor insan, o yüzden uzak duruyor kestirme yollardan.

Çok kısa öyküler yazmış Ali Gülcü… Bir kuyumcu titizliğinde kullanmış cümlelerini. Az ve öz sözcükle çok şey anlatmak her babayiğidin harcı değildir. “Sait Faik, Orhan Kemal, Ferit Edgü, lezzeti var hikayelerinde diyeceğim, dudak büken, burun kıvıranlar olacak. Olsun. Ben yine de aynı düşüncedeyim. Abartıyorsun diyenler de Sait Faik Hikaye Ödülü kazanan “Mahir Ünsal Eriş” niyetine okusunlar efendim. Ne diyeyim!..

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YORUM YAP