Ufuk Bek

Akışına bırak

Gece paylaştığım Pelitköy videosunu bir kez daha izliyorum elimdeki telefonun ekranından. Son olarak, kaç kişinin beğendiğine bakıp sosyal medyayla ilişkimi sonlandıracakken, bir şarkı önerisi çıkıyor karşıma; bilmediğim bir şarkının ismi yazıyor koyu renk ekranda. Üstüne dokunduğumda, “Spotify' da çal” yazısıyla göz göze geliyoruz. Karşı konulamaz bir keşfetme merakıyla “Çal!” diyorum. Karşıma nasıl bir müzik çıkacağını hiç bilmiyorum. Heyecanımın çoğu bu bilinmezlik duygusundan kaynaklanıyor olmalı. Yeni bir şarkıyla tanışmanın coşkusu kaplıyor içimi yavaş yavaş. (Tıpkı, daha önce hiç görmediğim biriyle tanışacakmışım gibi heyecanlıyım.) Çalmaya başlayan müzik ve ardından gelen kadın sesinden bir caz parçasıyla karşı karşıya olduğumu anlıyorum. (Uzun zamandır birbirlerini görmeyen ama birbirlerinden haberi olan iki dost gibi sıcak karşılıyorum onu.) Ne şarkı, ne de ses hiç tanıdık gelmiyor. Bir yandan, kızarmış ekşi mayalı ekmeğime tereyağı sürerken; diğer yandan, bir gezginin ilk kez gittiği şehrin sokaklarını merak ve heyecanla dolaştığı gibi, ben de müziği keşfetmeye çalışıyorum. Çayımdan bir yudum içiyorum; çayla birlikte dilimin üzerinden kayıp giden tereyağlı ekmeğin lezzeti bugün bir başka geliyor sanki.  Oysa en sevdiğim öğün olan sabah kahvaltısında yediğim şeyler bellidir. Aynı yiyeceklerde farklı bir tat var bugün nedense. Bu olumlu değişiklikte dinlediğim caz parçasının da payı olduğundan hiç kuşkum yok. Şarkı sona eriyor. Arada çıkan reklamdan sonra kendi kendine devam ediyor çalmaya. “Kafana göre takıl!” diyorum içimden Spotify' a; o da buna dünden razı gibi, art arda sıralıyor daha önce hiç dinlemediğim -bana yabancı gelen- şarkıları. Hepsi birbirinden farklı tınıda. Ritimleri nasıl da hoş duygular uyandırıyor yüreğimde. Tam o anda yazmaya karar veriyorum tüm bu hissettiklerimi. Kahvaltımı bitirip masayı toparlıyorum. Her sabah yaptığım gibi çaydanlıkta kalan sıcak suyla tabağımı, çatal-bıçağımı ve büyük cam bardağımı yıkayıp temiz bir şekilde mutfak tezgahının üzerine diziyorum. Hemen salona geçip, elime kağıdı kalemi alıyor ve yazmaya başlıyorum. Bu arada telefonumun ekranından şarkılar çalmaya devam ediyor. Bir ara yine reklam kuşağı başlıyor. Bu kez Spotify teşekkür ediyor bana -çok hoşuma gidiyor sözleri. Mikrofonik, genç bir erkek sesi: “Radyo dinliyor olabilirdin, plak dinliyor olabilirdin, ama bizi dinliyorsun, teşekkürler…” diyor. (Televizyon izlemediğimden de haberi var herhalde, lafını bile etmiyor.) Telefon ekranı, güç koruma moduna geçip kendi kendine kararırken yeni bir şarkı başlıyor. Şarkının ve sanatçının ismini göremiyorum. Umurumda bile değil zaten. Çalan müziğin bana hissettirdiklerini önemsiyorum yalnızca; içimde uyandırdığı hoş duygular ve ruhumdaki coşku benim için değerli olan. Yüreğimdeki yazma arzusunu harekete geçirdiğin için ben sana teşekkür etmeliyim aslında Spotify, diyorum -içimden. Sonra, “Teşekkürler Spotify!” diyorum bu kez yüksek sesle, duymayacağını bile bile.

Yazının sonuna geldiğimde bir düşünce uyanıyor aniden zihnimde -uykucu bir düşünce olmalı, benimle birlikte kalkmayıp kahvaltıyı kaçırdığına göre. Keşke yaşamımızda da Spotify ın “karışık çal” seçeneği gibi “karışık sev” diyebileceğimiz bir seçenek olsa. Canımız istediğinde bassak butona ve “karışık sev” desek! Karşımıza kimin çıkacağını bilmeden, nasıl biri olduğunu sorgulamadan, önyargılarımızı bir kenara bırakıp sadece içimizden geldiği gibi sevebilsek birilerini; büyük bir coşku, merak ve heyecanla yavaş yavaş keşfetsek… Kendimizi müziğin ritmine bıraktığımız gibi, sevgiyi de akışına bıraksak ne harika olurdu.

Birbirimize iyi geliyorsak ve tamamlayabiliyorsak eksik yanlarımızı, bir ömür boyu sürdürebilsek o birlikteliği. Ya da, bir süre geçtikten sonra uyum sağlayamadığımızı fark ettiğimizde, yaşattığımız güzel duygular için birbirimize teşekkür edip, saygıyla ayrılmayı başarabilsek mesela...

Ve devam etsek yaşamaya, bir sonraki “karışık sev” seçeneğinde bir gün yine karşılaşmayı umut ederek. Ta ki, her iki tarafın da yüreği aynı duygularla dolup taştığında ve eksikliklerini hissettiklerinde, aynı anda butona basarak seçecekleri listede tekrar karşılaşacakları an'a dek. Belki de bir daha sonsuza kadar hiç karşılaşmadan…

Kalemi elimden bırakmak üzereyken, “Kürk Mantolu Madonna” da okuduğum bir cümle gelip dikiliveriyor gözümün tam önünde: “Ne kadar çok insanı seversek asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir,” diyor ya Sabahattin Ali o muhteşem eserinde.

Belli belirsiz bir gülümseme kaplıyor yüzümü. Biliyorum, diyorum -artık beni duyması mümkün olmayan Sabahattin Ali' ye… Hem de çok iyi biliyorum öyle olduğunu…

Sen, o duygulu ve zarif yüreğinle, yattığın yerde rahat uyu.

 

YORUM YAP