İnsanlığın yolculuğu, en başından beri birlikte yaşamın incelikleriyle örülmüştür. Ateşin çevresinde toplanan ilk topluluklarda, avın paylaşımıyla başlayan güven ilişkisi, ahlakın ilk nüvesini oluşturdu. Daha dinlerin adı bile konmamışken, insanlar, yaşamı sürdürebilmek için birbirine yaslanmak zorundaydı. İşte bu zorunluluk, ahlakı doğurdu; dinler ise sonradan bu kuralları kendi çerçevesinde kutsallaştırdı.
Ama dinin sunduğu ahlak, her zaman dışsal bir güce bağlı kaldı: Tanrı'nın ödülü ve cezası… Böylece doğruluk, kendi başına değerli olduğu için değil, gözetleyen bir otoritenin buyruğu olduğu için yaşatıldı. Oysa gerçek ahlakın özü, tam da bu noktada farklı bir zeminde yükselir.
Kant, ahlakı Tanrı'nın gölgesinden çıkarıp insanın aklına ve özgür iradesine dayandırdı. Onun “ödev ahlakı”, doğruyu sadece doğru olduğu için yapmayı buyurur. Yani bir davranış, sonuçları iyi olduğu için ya da ceza korkusuyla değil, insan aklının zorunlu olarak doğru saydığı için yapılmalıdır. Kant'ın “kategorik imperatif” dediği ilke, bunun en yalın ifadesidir: “Öyle davran ki, davranışının ilkesi aynı zamanda evrensel bir yasa olabilsin.”
Bu yaklaşım ahlakı evrenselleştirir. Bir eylemi aklın süzgecinden geçirirsin: Eğer herkes aynı şekilde davransa, hayat çelişkiye düşmeden sürdürülebilir mi? Yalanın evrensel bir yasa haline gelmesi, güveni ortadan kaldırır ve iletişimi imkânsız kılar; bu yüzden yalan ahlaka aykırıdır. İşte evrensel yasa, insanın kendi aklında keşfettiği ölçüdür.
Burada ahlakın kökleri değerlerde açığa çıkar. Adalet, eşitlik, özgürlük, dürüstlük gibi değerler, ahlakın özünü oluşturur; ahlak ise bu değerlerin korunma ve yaşama geçirilme biçimidir. Değer olmadan ahlak olamaz; ahlak olmadan değerler hayata dokunamaz. Bir toplumun değerleri, kökleri yerin altında gizli duran bir ağaç gibiyse, ahlak onun dallarında beliren meyvelerdir.
Kant'ın vurguladığı ödev bilinci, değerleri ödül-ceza döngüsünden bağımsızlaştırır. İnsan, doğruyu yapar çünkü doğru doğrudur. İnsanı sadece araç değil, amaç olarak görür; böylece her bireyin onurunu evrensel yasa haline getirir.
Ahlaki İkilemler ve Çağdaş Esneklik
Ama hayat, her zaman bu kadar berrak değildir. Tarih, bizi sık sık ahlaki ikilemlerle karşı karşıya bırakır. Bir işgal sırasında, düşmanın kapını çalıp içeride sakladığın masumları sorduğunu hayal et. Kant'a göre bu durumda bile yalan söylemek ahlaka aykırıdır; çünkü yalan evrenselleştiğinde güveni yok eder.
Fakat insanın vicdanı ve tarihsel deneyimi burada çatışır. Bir yalan, binlerce hayatı kurtarabilir; bir gizlenme, bir yanıltma, bir topluluğun varlığını devam ettirebilir. İşte bu noktada Kant'ın katı çizgisi, çağdaş düşünürlerin gözünde hayatın karmaşasına dar gelir. Yararcılar der ki: Eğer sonuç daha büyük bir iyiyi sağlıyorsa, eylem ahlakidir. Erdem etiği ise, böylesi bir durumda “cesaret” ve “merhamet” gibi erdemleri öne çıkarır; yalanı bir kusur değil, erdemi yaşatmanın aracı görür.
Böylece modern ahlak anlayışı, Kant'ın katılığını aşmadan onun ışığını da kaybetmeden bir esneklik arar. Çünkü evrensel yasaların berraklığı kadar, hayatın beklenmedik kasırgaları da vardır.
Sonuç olarak: Akışkan ve Evrensel Bir Ahlak
Bugünün karmaşık dünyasında, kültürler ve ilişkiler çeşitlenip dallanırken, ahlakın donmuş kalıplarla sınırlı kalması mümkün değildir. Dinlerin dogmatizmi çoğu zaman bu değişimin önünde engel olur. Oysa insanlık, evrimsel yolculuğunda değerleri yeniden tanımladıkça, ahlakını da yeniden düzenlemek zorundadır. Çünkü ahlak, hayatın akışına kulak verdiği ölçüde insanlığın yolunu aydınlatır.
“Doğru, yalnızca doğru olduğu için yapılmalıdır.”
Fakat bazen doğruyu bulmak, bir taşın üzerinde oyulu yazı gibi değil; fırtınada yönünü kaybetmiş bir geminin pusulasını yeniden bulması gibi zordur. İnsan, hem aklının berraklığını hem de vicdanının derinliğini dinleyerek ahlakı her defasında yeniden inşa eder.