
Avrupa yeniden güvenliğini tanımlarken Türkiye'nin stratejik önemi hiç olmadığı kadar arttı. Ancak Ankara bu fırsatı değerlendirmek yerine kendi içine kapanmayı tercih ediyor.
AVRUPA'DA KIRILGAN DÖNEM
Silivri gündeminden konu bulmakta oldukça zorlandığım bu dönemde, bugünkü köşe yazımda sizlere biraz uluslararası siyasetten ve Türkiye'nin yılan hikâyesine dönmüş olan Avrupa Birliği'ne giriş sürecinden bahsetmek istiyorum.
Avrupa kıtası uzun süredir böylesine kırılgan bir dönem yaşamamıştı. Rusya'nın Ukrayna'yı işgali sadece Kiev'i değil, tüm Avrupa'yı sarstı. Rusya'nın genişlemeci politikalara sahip saldırgan tavrı kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. Baltık ülkeleri, Polonya ve hatta Batı Avrupa'nın göbeğindeki devletler bile savaşın gölgesini artık enselerinde hissediyor. Bugün Avrupa'da güvenlik yeniden tanımlanıyor. Savunma harcamaları uçuşa geçmiş durumda. Almanya, Avrupa'nın en güçlü ordusuna sahip olma hedefiyle devasa bütçeler açıklıyor.
Burada bu konuya ayrı bir parantez açmak gerek; Almanya “kıtanın en güçlü ordusu” gayesiyle son yola çıktığında işler hiç iyi yerlere varmamıştı, hatırlatırım. Avrupa'da NATO'ya güven sarsılmış, ABD ise “Avrupa'nın büyük abisi” rolünden hızla çekiliyor gibi görünüyor. Washington, Trump döneminde başlattığı “Önce Amerika” çizgisinden dönmeye hiç niyetli değil. Cumhuriyetçiler iktidarda kaldığı sürece de durum böyle olacak gibi gözüküyor.
TÜRKİYE'NİN STRATEJİK DEĞERİ ZİRVEDE
Bu tablo Avrupa'yı kendi göbeğini kendi kesmeye itiyor. Yani artık kıtanın güvenliği Avrupa'nın bizzat kendi omuzlarında. İşte tam da bu noktada, Türkiye'nin stratejik değeri tarihte hiç olmadığı kadar yüksek. Bu değer, bizlere Avrupa Birliği'ne katılım da dâhil olmak üzere beklemediğimiz kadar büyük fırsatların kapısını aralıyor.
Her şeyden önce şu soruyu cevaplayalım: Topraklarının yalnızca %3'ü Avrupa kıtasında bulunan Türkiye bir Avrupa ülkesi sayılabilir mi? Bu, sık sık tartışılan bir konu. Bence sayılabilir ve bu konuyla alakalı sağlam argümanlarım var. Türkiye bir Avrupa Konseyi ve NATO üyesi. Ayrıca Avrupa Birliği üyeliği için resmî aday statüsünde.
Türkiye'nin toplam yüzölçümünün yalnızca %3'ü Avrupa kıtasında olsa bile, bu bölgenin boyutu, Avrupa ülkesi sayılmakta olan Slovenya, Lüksemburg, Kıbrıs, Malta, Karadağ ve Kosova gibi ülkelerden daha büyük ve bu bölgede 13 milyon insan yaşamakta. Bu nüfus, aralarında Avusturya, Portekiz, İsveç ve Çekya gibi büyük ülkelerin de dâhil olduğu 27 AB üyesinin 20'sinden daha fazla. Dahası, Türkiye Avrupa kıtasının tarihinde etkili bir rolü olan köklü bir devlet. Kültürel olarak da kısmen Avrupalı sayılabilir. Hemen hemen tüm spor branşlarında Avrupa liglerinde mücadele eder; Asya'yla bir alakası kalmamıştır. Eurovision gibi bir Avrupa yarışmasında birinciliği dahi bulunan bir ülkedir Türkiye. Bu nedenlerle evet, Türkiye gerçekten de Avrupa'nın bir parçası olarak kabul edilebilir. Türkiye de en az Bulgaristan ve Romanya kadar Avrupalıdır!
Türkiye, Avrupa'da toprak sahibi olan ülkeler arasında (Rusya hariç) en güçlü orduya sahip. ABD'nin hemen ardından NATO'nun da en güçlü ikinci ordusuna sahip. Ordusunun gücü, gelişmiş savunma sanayii ve coğrafi konumu, Türkiye'yi Avrupa için vazgeçilmez hâle getirdi. Artık onlar bizim kapımızı çalıyor. Son iki-üç haftalık periyot içerisinde duyduğumuz Almanya Başbakanı Merz'in “Türkiye'yi AB'de görmek istiyoruz” sözleri, ardından Finlandiya Dışişleri Bakanı'nın “Türkiye'nin üyeliğini her zaman destekledik” ve son olarak Romanya Dışişleri Bakanı'nın “Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğini destekliyoruz.” açıklamaları boşuna değil. İşin özü: Avrupa, ocağımıza düştü!
AB ÜYELİĞİ NEDEN ŞART?
Peki Türkiye gerçekten AB'ye girmeli mi? Cevabım kesinlikle evet. Schengen bölgesine girip vizesiz seyahatin tadını çıkarmalıyız. Euro'ya geçip devalüasyon kâbuslarımıza noktayı koymalıyız. AB bir kazananlar kulübü; biz de bir parçası olmaya bakmalıyız. Bu halk yıllarca “Batılı emperyalist güçlerle” mücadelenin bedelini ödedi. Şimdi artık mücadeleyi bırakıp o güçlerden biri olmaya bakmalıyız. “Bir daha asla” mottosuyla hareket edip kendimizi garantiye almalı, sırtımızı sağlam bir yere yaslamalı, sömürülenler arasından çıkıp gerekirse sömüren olmalı, Türk halkını artık sefalet çeken bir halk konumundan alıp sefahat süren bir halk konumuna getirmeliyiz.
Ekonomimizin bir daha asla böylesine çökmemesini, çökse bile bizi bir daha böyle derinden etkilememesini garanti altına almalıyız. Demokratik haklarımızı Kopenhag kriterleriyle güvence altına almalı, “bağımsız yargımızın” keyfî kararlarını denetleyecek, gerektiğinde yaptırım uygulayacak daha büyük bir denetim mekanizmasına entegre olmalıyız. Bu ülke son yıllarda bu konulardan çok çekti. Ekonomik istikrarsızlık ve demokratik gerilemeye “Bir daha asla” demeliyiz. Burada da en güvenli liman tabii ki AB'dir.
İKTİDAR İÇİN FIRSAT DEĞİL, TEHDİT
Ama biz ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Çünkü bence Türkiye'nin başındaki iktidarın Avrupa Birliği'ne gerçekten girmek gibi bir hedefi yok. Eğer Türkiye AB'ye tam üye olursa, Kopenhag kriterlerini uygulamak zorunda kalacak. Bu da basın özgürlüğü, bağımsız yargı, siyasi tutsakların serbest kalması ve demokratik standartların yükselmesi anlamına geliyor. Kısacası, iktidarın keyfî davranma alanı daralacak. Böyle bir ortamda AKP'nin yeniden seçim kazanması oldukça zorlaşacak. İşte bu yüzden Avrupa Birliği meselesi Ankara için bir “fırsat” değil, bir “tehdit” olarak görülüyor.
TARİHÎ FIRSATI KAÇIRIYORUZ
Oysa bu, tarihî bir an. Avrupa'nın Türkiye'ye ihtiyacı var — hem askerî hem stratejik hem de ekonomik olarak. Bugün doğru bir diplomasiyle hareket etsek sadece “üyelik müzakereleri” değil, Schengen bölgesine vizesiz giriş hakkı, Gümrük Birliği'nin genişletilmesi ve savunma alanında ortak üretim anlaşmaları gibi somut kazanımlar elde edebilirdik. Ama iktidar, Avrupa ile entegre bir Türkiye'den değil, kontrol edilebilir bir Türkiye'den yana.
Kısacası, Avrupa ocağımıza düştü ama bizim ocakta ateş yok. Avrupa korkuyor, bize ihtiyaç duyuyor, yanlarına çekmek istiyorlar. Bizi çok sevdiklerinden değil, bize mecbur olduklarından tabii. Ama ne fark eder? Fırsat fırsattır! Biz fırsatı görüyoruz ama değerlendirmiyoruz. Tarih bu dönemi yazarken “AB, yeşil ışığı yaktığında Türkiye'nin direksiyonunda yanlış adamlar vardı.” diye not düşecek gibi görünüyor.






