Ali Gülcü

SİS-1

Kırtasiye malzemesi lazım deyip otuz lira almıştım evden, kış aylarına tesadüfen eden bir cumartesi günüydü, ilkokula gidiyordum. Sinemada üç film birden oynatıyorlardı o zamanlar, sabah giriyorsun akşam hava kararırken çıkıyorsun. Tereddüt bile etmeden sinemaya yollandım, yaşadığım ilçede sinemanın ismi Çiçek'ti, gazozdu, tosttu, en çocuk halimle sonrasını düşünmeden harcadım parayı.

Bitmez diye düşündüğüm üçüncü film nihayetlenip ışıklar yanınca, eve ne diyeceğim korkusu sardı beni. Kırtasiye malzemelerini soracaklar, yok. E para nerde? O da yok!

Ne yaptım parayı?
Sinemaya gittim diyemem... Ellerim ceplerimde ayaklarımı sürüyerek Atatürk Meydanı'na doğru yürümeye başladım, tanıdık birini görsem otuz lira borç isteyip günü kurtaracağım... Mahalle içlerine girdim sonra, aklımca yolu uzatıyorum, lisenin arkasında bahçeli bir evin duvarına oturdum, başım ellerimin arasında olası senaryolar üretip çözüm arıyorum... Para yok, kırtasiye malzemeleri yok, çözüm de yok! Korkudan ağlamaya başladım, stadyum duvarlarının çevrelediği bölgenin içinde kalan, kapalı spor salonuna çıkan, arada sınıf, mahalle maçı yaptığımız alanın ortasından geçen patikada, yerde havanın kararmış olmasına rağmen bir şey çekti dikkatimi, eğildim aldım, otuz lira!

Aynen evden aldığım gibi, bir kırmızı yirmilik, bir yeşil onluk.
Kırtasiyeye gidemediğimi, arkadaşlarla oyuna daldığımı, havanın karardığını fark etmediğimi söyleyip kurtardım durumu.
Para oraya nasıl gelmişti? İhtiyacı olan biri düşürmüş olabilir miydi? Neden otuz liraydı da elli veya  yirmi lira değildi düşünmedim bile...
Taa ki kul sıkışınca yetişen Hızır'dan haberim olana kadar.
Hızır'ın evde dayak yemeyeyim diye parayı benim için o patikaya bıraktığına inandım sonraları, laf aramızda inanmaya devam ediyorum.
"Her gördüğünü  Hızır, her geceyi Kadir" bil denir.
O gün bugün aklımdan dönem dönem geçer oldu, Hızır.
İlmi neydi?
Kul sıkışınca nereden geliyordu?
Dünyada yaşayan o kadar insan varken, yetişeceği kulu nasıl seçiyordu?
Acaba hiç görmüş müydüm?
Karşılaşan var mıydı, farkına varmış mıydı?
Lafı uzatmayayım içinde, Hızır geçen her cümle, her paragraf, her kitap ile ilgilendim...
Her geleni Hızır bildim ona göre davrandım.

Geçenlerde uykunun tutmadığı bir gece, nasılsa o otuz lira aklıma düştü yine.
Tozlanmış sorulara cevap ararken uyuya kalmışım.
Ertesi gün saatler süren araba yolculuğu yaptım, denize kıyısı olan bir ilçede, uzun sayılabilecek akşam yemeğinden sonra sakin, temiz bir otelde konakladım. Yol yorgunluğu ve akşam yemeğinin rehaveti ile çok geçmeden dalmışım...
Gece yarısından sonra, bir gibi uyandım. Arkadaş sanki hiç yemek yememiş gibi nasıl karnım aç!
Sağa dön,sola dön, baktım olmayacak çıktım otelden, atıştırabileceğim bir yer arıyorum.
Küçük bir kokoreççinin açık olduğunu görünce girdim içeriye, kapıya yakın oturdum.
Siparişim hazırlanırken televizyon izliyorum, bildik olaylar, bildik yüzler...
Öğrenci olduklarını tahmin ettiğim bir çift geldi.
Delikanlı yarım ekmeğe kokoreçin kaç para olduğunu sordu.
Yedi lira cevabını alınca genç kızla fısır fısır konuşmaya başladılar, duyuyorum.
"Ben de beş lira var, sende?"
"Hiç yok!"
Sessizlik...
"Ağabey tavuk var mı?"
"Yok!"
Yine sessizlik...
Gülerek araya girdim; "arkadaşlar öğrencilik nedir bilirim, bu seferlik benden olsun mu?"
Utangaç, çekingen bakıştılar öyle, kabul ettiler.
Hesabı ödeyip çıkarken delikanlıya işaret ettim, geldi.
Bir miktar para tutuşturdum eline almak istemedi; "iş güç sahibi olunca aynını başkasına yaparsın, oldu mu, anlaştık mı" deyince kabullendi.
Otele döndüm, uyudum.
Dün hava alanı ışıklarda kasketli, yaşlı bir amca elinde bastonu ile arabanın önüne attı kendini, durdum, kapıyı zor açtı, elleri ayakları zangır zangır titriyor.
Oturunca nereye gideceğini sordum, cevap yok.
Sesimi biraz daha yükseltip tekrar sordum...
Amca konuşmuyor, arabada bir şey olmasa bari diye geçti içimden... Korkmaya, kendime kızmaya başladım, düşünsenize hık dedi, gitti!
Ne yaparım?
Amca...
Amca!
Gözleri açık mı diye bakıyorum, açık...
Gidiyoruz öyle, telaşlandım tam bir arkadaşımı aramak üzereyken o konuşmaya başladı; "doksan beş yaşındayım ben evlat, dok-san beş! dile kolay, benim kulaklarım artık duymuyor sen kulakların duyuyorken aç beni dinle; kim ümmetime zerre kadar iyilik yapmışsa onu görür, kim zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür... Güldü sonra; O sensin yerinde!" Göz mü kırptı bana mı öyle geldi?
Dondum kaldım mı, ağlamaklı mı oldum, konuşmadan gidiyoruz,anlamaya çalışıyorum,  önünden geçtiğimiz  köy durağını gösterip, eliyle yavaşla işareti yapınca durdum, inerken; "param yok" dedi...

Elimi cebime attım avucuma gelenleri amcaya uzattım; paraların sadece renkleri değişmişti bu defa, yeşil bir yirmilik, kırmızı bir onluk!

YORUM YAP