
Bazı semtler erken uyanırdı, bazıları geç. Bazıları işlek olduğu için veya sadece birkaç plazaya evsahipliği yaptığı için günü çok erken karşılarken; bazıları da kuş uçmaz kervan geçmez misali, bir yolcunun eskaza kendi sokaklarını çiğneyerek geçip gitmesini ve rutin semt hayatına bir farklılık getirmesini dilemekten başka bir şey yapamazdı…
Mecidiyeköy, kesinlikle ilk gruba dahildir. Üstelik, herhangi bir gece eğlencesine dönük işletmesi olmamasına ve işin doğrusu öyle işveli cilveli bir cazibesi de olmamasına rağmen "jeopolitik konumu” nedeniyle hayatın nadiren rölantiye alındığı semtlerindendir İstanbul’un. Hayat erken başlar, geç biter.
O sabah da mıntıka temizliği için kah üfleyip püfleyerek kah kafasında biçtiği emeklilik yaşına daha kaç ay, kaç yıl kaldığını hesaplayarak elindeki eski püskü fırçayla metro durağında gidip geliyordu Rüstem Efendi.
Bir yerde, nedendir bilinmez, durup metro istasyonundaki reklam panosuna gözünü dikti. Son dönemde revaçta olan, dini içerikli ama içeriğinin tam tersine janjanlı bir kapak ve sanki bir aşk romanını takdim edercesine kıpır kıpır bir ismi vardı. Elini beline koyan Rüstem Efendi, gözlerini kısıp panodaki kitap ismini okudu. Birkaç kez de içinden geçirdikten sonra gözlerinden birisini belertti, "Tövbe estağfurullah!” diye bir sitem döktü dudaklarından.
Biraz eski kafalıydı Rüstem Efendi. Gelenekçi diyordu kendisine ama, demodeydi. Şehrin uğultusuna ayak uyduramıyordu, şehrin yükünü artık kaldıramıyordu, ilk göçüp geldiği dönemler sevdiği kadar da sevmiyordu İstanbul’u. Yeni nesil personele diktiği ters bakışlarından anlaşılabiliyordu bu.
"Yahu, bizim zamanımızda bırak babamızı amcamızı; kendimizden beş-altı yaş büyüklerin yanında sigara içemezdik!” demişti bir keresinde eşi Rabia Hanım’a. Bahsettiği sigarakolikler de, yeni nesil çalışanlardı bittabi.
Aynı şeyi içinden geçirerek etrafı süpürmeye devam etti Rüstem Efendi. Sahi, emekliliğine ne kalmıştı şunun şurasında? Beş yıl mı, altı yıl mı? Cık! Gözlerini belertip, etrafı süpürmeye devam etti Rüstem Efendi. En az sekiz yılı vardı.
Daha küçük kız liseyi bitirmeli, ortanca oğlan üniversiteden mezun olmalı, büyük oğlan da askere gidip dönmeli; sigortalı bir işe girmeliydi. Hayatını kendisi için yaşamayan nesillerdendi Rüstem Efendi. Hep başkaları daha mühim olmuştu onun için.
Büyükler artık bir zanaatı olsun istemiş, yıllar boyunca sanayide çalıştırmışlardı Rüstem Efendi’yi. Büyükler sonrasında okuldan ayrılmasını istemiş ve beşinci sınıftan sonra okula gitmemişti Rüstem Efendi. Büyükler askerlik demiş, işi yarıda bırakıp askere yollanmıştı Rüstem Efendi; döndüğünde bir de ne görsün? Birisiyle onu baş göz edivermişler, dünyaevine sokuvermişlerdi bir çırpıda.
Sonrası çorap söküğü gibi gelmişti. Bir, iki derken üç çocuk. Büyükşehire alışma telaşesinde çocukların büyümesi kaynayıp gitmişti. Şimdi de aynı yolun yolcusuydu sözün özü: Çocuklar büyüyecek, Rüstem Efendi’nin kendileri için çizdiği yollarda ilerlemeye devam edecek ve böylece Rüstem Efendi de kendisi için çizdiği emeklilik sınırına ulaşabilecekti. Sonrası? O zamana dek küçük kız evlenip barklanır ve çoluk çocuğa karışırdı. Rüstem Efendi ve Rabia Hanım da hem torun sever, hem de kızlarına çocuk bakımı konusunda yardım ederdi.
Yani anlayacağınız, Rüstem Efendi’nin kendisi de dahil hayatındaki herkes daha önceden çizilmiş çeşitli senaryoların figüranlarıydı. Başrol yoktu, olay örgüsünde sürprize yer yoktu. Netti istikametler.
Bazen, bazı çizgilerde sapma olurdu.
Çünkü doğal akışta bile bazen doğal olmayan müdahaleler gözlenebilmekteydi. O sabah, Rüstem Efendi’nin "doğal akışı”, doğal olmayan bir müdahaleyle sarsıldı. Çünkü o sabah, Rüstem Efendi hayatında ilk kez bir ceset gördü. Hayatında ilk kez bir polisle selamlaşmak dışında muhabbet kurdu ve ilk defa, kısa bir süreliğine de olsa, haberlerde çok duyduğu "masumiyet karinesi” tanımının her vatandaşa bir gün lazım olabileceğini düşündü. Sonra metroda el ele tutuşan sevgilileri görünce bu fikrinden vazgeçti: Bugün o kızın elini tutan, yarın gelip kendi kızına tecavüz edebilirdi.
İşin aslı, Rüstem Efendi’nin zihniyeti bir rafın üstüne konulup orada unutulacak, mevsimden mevsime ele geldiğinde tekrar yerine konulacak kadar demodeydi. Ancak meselemiz bu değil… En azından şimdilik.
Rüstem Efendi klasik temizliğine devam ederken yürüyen merdivenlerin yer aldığı koridoru da temizlemiş, bankların yanına geçmişti. Dalgın dalgın temizliğini sürdürürken her sabah karşılaştığı manzarada ufak bir fazlalık görür gibi oldu. Dikkatli bir şekilde baktığında, banklardan birisinin yanında yüzükoyun yatan bir adam gördü.
"Tövbe estağfurullah!” diye bir nara koptu dudaklarından. Alkolü hayatı boyunca ağzına sürmemişti Rüstem Efendi. Günah olması bir yana, bir gün böyle bir şekilde bir yerlerde sızma ihtimalinden de çok korkmuştu hep.
Elindeki temizlik küreğiyle yerde yatan adamı birkaç kez dürttükten sonra "Fesupanallah!” diye sinirli sinirli söylendi ve eğilip eliyle adamın omzundan ittirip kaktırdı birkaç kez… Nafile! Adam uyanmıyordu. Eliyle uzanıp sırtüstü çevirmek için hamle yaptığında farklı bir şey daha gördü: Adamın çenesinden itibaren başlayan ve dirseklerine kadar devam eden bir kan gölcüğü.
İrkilip, sıkı sıkı tuttuğunu düşündüğü adamı bir anda yere bırakıverdi. "Hiii” diye bir çığlık kopmuştu dudaklarından. Bu, yaklaşık kırk yıldır dini tandanslı olmayan ilk tepkisiydi belki de… Nitekim akabinde, "Bismillahirrahmanirrahim!” diye homurdanarak; elleriyle sanki görüntü yok olduğunda ceset de yok olacakmış gibi yüzünü kapatarak geri geri gitmeye başladı.
O gün, Rüstem Efendi ilk kez figüran olmadı. Ancak o gün yaşadığı bu psikolojik şok nedeniyle artık eskisinden daha pısırık, daha silik ve daha demode birisi olacaktı.
(Devam Edecek)