Prof. Dr. Naci Görür: Bilimle hazırlanmazsak acıyla öğreniriz

Prof. Dr. Naci Görür: Bilimle hazırlanmazsak acıyla öğreniriz

22.05.2025 17:58:02

Yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür, İstanbul Rumeli Üniversitesi'ndeki konferansı öncesinde Küpe FM ve Hürhaber'e konuştu: “Marmara'da büyük deprem kaçınılmaz. 1999'dan beri uyarıyoruz ama ne İstanbul'u ne Marmara'yı hazırlayabildik.”site 2_69
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi ve yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür, Rumeli Üniversitesi'nde gerçekleştirdiği konferans öncesinde Küpe FM ve Hürhaber Gazetesi'nin sorularını yanıtladı.
1999 yılından bu yana Marmara'da büyük bir depremin yaklaşmakta olduğunu sürekli vurguladıklarını söyleyen Görür, “Marmara Denizi'nin altındaki Kuzey Anadolu Fayı'nda 250 yıllık tekerrür süresi doldu. 7.2 ila 7.6 büyüklüğünde bir deprem bekliyoruz. 25 yıldır söylüyoruz ama hâlâ Marmara da, İstanbul da depreme dirençli hâle getirilmedi” dedi.
Toplumda bilimsel gerçekliğe dayanmayan “deprem olmayacak” söylemlerine de sert tepki gösteren Görür, “Bilim dünyasında bu konuda çelişki yok. Gerçek bilim, veriye dayanır. Deprem bilimsel bir gerçek; mesele, hazırlıklı olup olmamakta” dedi.
Depremlerin doğanın gerçeği olduğunu ancak felakete dönüşmesinin insan kaynaklı olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Naci Görür, deprem kültürü eksikliğinin ve bilimden uzak yönetim anlayışının can kayıplarının temel nedeni olduğuna dikkat çekti:
“Deprem kader değil, kusurlu yapı öldürür.”

“25 YILDIR UYARIYORUZ. NE MARMARA'YI NE İSTANBUL'U HAZIRLAYABİLDİK”
Turhan Alyakut: Rumeli Üniversitesi Bilim İletişim Ofisi etkinlikleri kapsamında, akademik bilgiyi halkla buluşturmak amacıyla İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyesi ve yer bilimci Prof. Dr. Naci Görür'ü Silivri'de ağırlıyoruz. Hocamız, burada bir konferans vermek üzere Rumeli Üniversitesi'ne geldi. Biz de bu fırsattan faydalanarak Hürhaber Gazetesi'nden Sevginar Sali ile birlikte kendisiyle bir söyleşi yapacağız. Hocam, öncelikle hoş geldiniz Silivri'ye.
Prof. Dr. Naci Görür: Hoş bulduk.
Sevginar Sali: 20 Mayıs Salı akşam saatlerinde Silivri açıklarında 4.2 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Bu güncel gelişmeyle başlayıp yorumunuzu alabilir miyiz?
Prof. Dr. Naci Görür: Bu konuyla ilgili yorum yapacak çok fazla bir şey yok aslında. Biz 1999'dan bu yana Marmara'da en az 7.2 büyüklüğünde, hatta maksimum 7.6'ya kadar çıkabilecek bir deprem beklediğimizi söylüyoruz. Bunu söylememizin temel nedeni, Marmara Denizi'nin altından geçen Kuzey Anadolu Fayı'nın kuzey kolunun tekerrür periyodunun dolmuş olması.
Bakın dikkat edin, 1999'un üzerinden 25 yıl geçti. Neden bu kadar net konuşuyoruz? Çünkü Marmara'daki son büyük deprem 1766'da oldu. Ortalama 250 yıl artı-eksi 5-10 yıl gibi bir sürede bu fay yeniden kırılır. 1766'ya 250 yıl eklerseniz zaten bugünkü günlere ulaşıyorsunuz. Bu nedenle 1999'dan itibaren “Marmara'da büyük bir deprem geliyor” diyerek bilimsel temelli bir alarm verdik.
Ayrıca Marmara'da iki önemli tarihi deprem var. Biri 1912'deki Şarköy-Mürefte depremi, yani Marmara'nın batısında. Diğeri de 1999'daki İzmit depremi, yani doğusunda. Bu ikisinin arasında, yani Marmara Denizi'nin tam ortasında bugüne kadar büyük bir deprem olmadı. Biz buna “sismik boşluk” ya da “deprem boşluğu” diyoruz. Bu boşluğun mutlaka bir gün dolması gerekir. Sağında deprem var, solunda deprem var; ortasında olmaması mümkün değil.
Üstelik 1999 depremi Marmara'nın altındaki kabuğa doğudan stres transfer etti. Aynı şekilde 1912 Şarköy-Mürefte depremi de batıdan enerji yükledi. Yani Marmara'nın altındaki fay, iki taraftan da sıkışmış durumda. Bu stres birikimi mutlaka bir gün kırılmaya neden olacak. Kırılmak zorunda.
Bu gerçeği anlamak neden bu kadar zor, anlayamıyorum. İşte bu nedenle 1999'dan bu yana sürekli bağırıyoruz: “Marmara'da deprem geliyor, önlem alın!” Ne tedbiri alınacak? Marmara Bölgesi ve özellikle İstanbul, depreme dirençli hale getirilmeli. 25 yıldır söylüyoruz ama hâlâ Marmara'yı da İstanbul'u da doğru dürüst hazırlayamadık.

“ BİLİM DÜNYASI DİYE BAHSETTİKLERİNİZİN BİLİMLE UZAKTAN YAKINDAN ALAKASI YOK”
Turhan Alyakut: Siz az önce, 6 yaşındaki bir çocuğun bile anlayabileceği bir açıklıkla geçmişte yaşananları ve bunun sonucunda beklenen büyük İstanbul depremini anlattınız. Ancak ne yazık ki, son zamanlarda Türkiye'de her konuda olduğu gibi bilim dünyası da ikiye bölünmüş gibi görünüyor. Sizin söylediklerinizin tam tersini savunan, “İstanbul'da büyük bir deprem beklenmiyor” diyen bilim insanları da var. Siz her zaman referanslarınızı bilimsel çalışmalardan, uluslararası yayınlardan alıyorsunuz, bunu biliyoruz. Ama yine de toplumun bir kısmı, bu “deprem olmayacak” görüşünü doğru kabul edebiliyor. Bu durumu siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Prof. Dr. Naci Görür: Şöyle değerlendiriyorum. Bahsettiğiniz gibi bir bilim insanı da yok, öyle bir bilim dünyası da yok. Gerçek bilim dünyası öyle çalışmaz. Gerçek bilim; araştırmaya, imkânlara, belli bir plan ve programa, belirli projelere, veri toplamaya ve bu veriler üzerinde sistematik araştırma yapmaya dayanır. Bu çalışmaların sonuçları, dünya bilim kamuoyuna sunulur, uluslararası konferanslarda tartışılır ve saygınlığı yüksek, hakemli dergilerde yayımlanır. Bu yayınlar da başka bilim insanları tarafından referans alınır, yani atıf alır. Bilim böyle işler.
Bahsettiğiniz kişiler ya da onların söyledikleri bu dünyanın parçası değil. Bana “bilim dünyası ikiye bölündü” diye bir gerçekliği empoze etmeye çalışmayın çünkü böyle bir şey yok.
Size açıkça söyleyeyim: Ben o kişilerin kim olduğunu bile bilmiyorum ama araştırırsanız, o isimlerin ardında aslında bilimsel bir karşılık olmadığını siz de göreceksiniz. Onların söyledikleri bilimsel bir değer taşımıyor. Gerçek bilimle yakından uzaktan ilgileri yok. Bu kadar net.
“DEPREM DOĞALDIR, FELAKET OLAN BİZİM HAZIRLIKSIZLIĞIMIZDIR”
Turhan Alyakut: Sıkça vurguladığınız “depreme dirençli kentler” tanımını da hatırlatmak istiyorum. Bu kentleri oluşturmak sadece yöneticilerin mi sorumluluğunda? Bilim insanlarının, sıradan vatandaşların bu süreçte nasıl bir payı var?
Prof. Dr. Naci Görür: Evet, bu çok önemli bir konu. Bir bölgede deprem olabilir, hatta o bölge baştan sona bir deprem bölgesi olabilir. Türkiye de tam olarak böyle bir ülkedir. Türkiye, Alp-Himalaya Dağ Kuşağı üzerinde yer alır ve bu nedenle jeolojik olarak bir deprem ülkesidir. Deprem mekanizması, yaklaşık 13-14 milyon yıl önce yer küre tarafından oluşturulmuştur. O tarihten bu yana da –özellikle büyük depremlerden bahsediyorum– bu doğa olayı aralıksız olarak sürmektedir. İnsanlık tarihi ise birkaç milyon yıl öncesine uzanır. Yani insan daha yeryüzüne gelmeden önce de bu depremler vardı, şimdi de var, gelecekte de olacak. Dolayısıyla önemli olan deprem değil, bizim bu doğal olaya ne kadar hazırlıklı olduğumuzdur. Depremleri durduramayız ama can ve mal kaybını önleyecek adımlar atabiliriz. Bu da sadece yöneticilerin değil, bilim insanlarının, yerel yönetimlerin, sivil toplumun ve bireylerin ortak sorumluluğudur.
“İNSANLIK, DOĞANIN KURDUĞU TUZAĞA BİLE BİLE DÜŞTÜ. AMA ARTIK BİLGİ VAR, BİLİMİN YOLUNU İZLEMELİYİZ”
Bugün gördüğümüz depremler milyonlarca yıl daha devam edecek. İnsanlık tarihine baktığımızda, başlangıçta insanlar sahip oldukları sınırlı bilgiyle hareket ettiler. Ve ne yazık ki, yer yuvarının kurguladığı tehlikeli alanlara –yani fay zonlarına– bilinçsizce yerleştiler.
Fay hatları dünyanın en verimli, en yeşil, en sulak, en sıcak, yani yaşam için en cazip alanlarıdır. Bu yönüyle insanlar için adeta bir cennet gibidir. Ancak aynı zamanda yerin altında büyük bir tehlike barındırırlar. Fay hatlarının bulunduğu bölgelerde zeminin yapısı gevşektir, çökeltilerle doludur. Buralar çiçeklidir, böceklidir, doğası zengindir. Ama tehlikeli bir doğallık taşırlar. Bunu şöyle örnekleyeyim: Bir bal kâsesini ortaya koyarsınız, tüm sinekler ona üşüşür. İnsanlar da aynı şekilde, bu cazibeye kapılıp buralarda yaşamaya yönelmişlerdir.
Tarihsel olarak ilk depremler yaşandığında insanlar neye uğradıklarını şaşırdı. O zamanlar bilgi olmadığından, tanrıların kendilerine kızdığını düşündüler. Bu yüzden tanrıları yatıştırmak için kız çocuklarını bile kurban ettiler.
Ama zamanla bilim gelişti, teknoloji ilerledi. Depremin ne olduğu anlaşıldı. İleri toplumlar, bilgi ve bilimi üreten, paylaşan toplumlar, gerekli önlemleri almayı başardı. Deprem dönemlerinde ya kentlerini terk ettiler ya da onları depreme dirençli hale getirdiler. Bugün bu bilinçle hareket eden ülkeler büyük ölçüde bu sorunu yönetebilir hâle geldi.
“KAYIPLAR KADER DEĞİL, BİLGİYİ REDDEDEN TOPLUMLARIN SONUCUDUR”
Ancak bilgi toplumu olmayan, bilimin ne olduğunu anlayamayan ve bilgiye yeterince değer vermeyen toplumlar hâlâ depremler nedeniyle büyük kayıplar vermeye devam ediyor. İnsanların ölmesine, şehirlerin yıkılmasına neden oluyorlar. Ve bu durum, bilgi toplumları ile olmayanlar arasında çok ağır bir söylemi de beraberinde getirdi. Bu, beni gerçekten çok üzen bir yaklaşımdır. Bilgi toplumları şunu söylüyor –ve bunu aynı zamanda yayınlarında da yazıyorlar–: Eğer bir ülke bir depremde, olağan kabul edilen sınırların çok üzerinde can kaybı veriyorsa, o ülke "tefessüh etmiş", yani kokuşmuş bir ülkedir. Suç, doğada değil o toplumu yöneten anlayıştadır diyorlar. Bakın bu çok ağır bir ifade ve bugün dünyada bu yaklaşım hâkim. Açık konuşmak gerekirse, bu tanımlamanın bize yönelik yapılmasını içime sindiremiyorum. Ben ülkemin “kokuşmuş” ya da “tefessüh etmiş” olarak görülmesini asla kabul etmiyorum. Ama bu noktaya gelinmesinde bizim de yanlışlarımız, eksiklerimiz, inançları ve kavramları hatalı yorumlamamızın etkisi var. Kendi ellerimizle bilgi yolundan sapmışız. O ülkelerin işaret ettiği yolun içine, bilerek ya da bilmeyerek girmişiz.
“KADER DEĞİL, KUSURLU YAPI ÖLDÜRÜR”
Mesela ülkemizde depremlerden sonra mahkemeler hemen müteahhitlerin peşine düşüyor. Neden biliyor musunuz? Çünkü deprem sonrası yıkılan binalarda insanlar ölünce, ilk akla gelen şu oluyor: “Müteahhit ya hırsızdır ya malzemeden çalmıştır.” Mahkemeler de bu algıyla hareket ediyor, çünkü bir suçlu bulma refleksi gelişmiş. Ama bu durum, Batı'nın bize bakışındaki o aşağılayıcı tanımın bir başka tezahürü aslında. Yani biz, farkında olmadan onların bize atfettiği gibi davranıyoruz. Ben bunu kabul edemiyorum. Benim insanım böyle değil, benim inancım da böyle değil.
Bazı insanlar bana diyor ki: “Hocam, Allah yazmışsa alnımıza, öleceğiz.” Bu yaklaşım çok tehlikeli. Bizim yetkililerimiz bile zaman zaman buna “kader” diyor. Ama bu kader değil.
Bizim inancımız, bizim dinimiz bilimi emreder. “İlim Çin'de bile olsa alınız” diyen bir anlayıştan geliyoruz. Kur'an “Oku” emriyle başlıyor. Peygamberimiz “Fırat kenarında bir koyun kaybolsa, sorumlusu benim” diyorsa, sorumluluk bilinci bu kadar derindir.
Yani biz, hem Yaradan'a hem inancımıza iftira ediyoruz. Bu anlayışı terk etmeliyiz.
Artık ciddi şekilde adım atmamız gerekiyor. Yaşadığımız yerleri, özellikle şehirlerimizi depreme dirençli hâle getirmeliyiz. Peki bu ne demek? Depreme dirençli şehir demek, o şehri oluşturan tüm bileşenlerin sağlam ve güvenli olması demektir. Bunu bir tabureyle açıklayayım: Bir taburenin dört ayağı vardır, bir de oturma yeri. Eğer bu ayaklardan biri kırık ya da dengesizse, tabure devrilir. Ama tüm bileşenler sağlam ve dayanıklıysa, tabure güvenle durur. Aynı şekilde bir kenti de oluşturan bileşenler –altyapı, yapı stoğu, eğitim, sağlık, ulaşım, yönetim gibi tüm parçalar– güçlü olursa şehir de depreme karşı dirençli olur.
“DEPREM DEĞİL, YÖNETİM ZAFİYETİ ÖLDÜRÜR”
Bir kentin altı temel bileşeni vardır. Birincisi yönetim, yani idare. İkincisi halk. Üçüncüsü altyapı. Dördüncüsü yapı stoku. Beşincisi ekosistem ve çevre. Altıncısı ise ekonomidir. Bu kadar net. Yedinci bir bileşen yoktur, işin matematiği budur.
Şimdi biz depremi henüz olmadan önce bilimsel olarak inceler, nerede, ne zaman, hangi büyüklükte olabileceğini kestirirsek, o zaman bu depremin bu altı bileşene nasıl zarar vereceğini de önceden biliriz. Ve eğer bu zararları önceden belirleyip tedbir alırsak, işte o zaman kenti depreme dirençli hâle getiririz. Bu kadar basit. Çok karmaşık bir şey söylemiyorum, bunu hiç okumamış biri bile anlayabilir.
Bakın birkaç gün önce Arjantin'de, ya da Brezilya'da –yerin farkı yok– 7.6 büyüklüğünde bir deprem oldu. Bizde olsa 10 bin, 20 bin, belki 30 bin insan ölebilirdi. Ama orada kimse ölmedi. Duyuyorsunuz değil mi? Hiç can kaybı yaşanmadı. Çünkü bilim artık şunu net biçimde söylüyor: Depreme dirençli kent inşa edilebilir. Nasıl yapılacak bu? Hükümet, yerel yönetimler ve halk; el ele, omuz omuza, inanç birliğiyle hareket ederse. Biz bu gerçeği 25 yıl önce söyledik: Kentsel dönüşüm, deprem için dönüşüm anlamına gelmelidir dedik. Ama 25 yıldır doğru düzgün bir şey yapılamadı. Eğer yöneticiler bu işi ciddiyetle ele almış olsaydı, bugün Türkiye'nin tamamını depreme dirençli hâle getirmiş olurduk. Ama her şeyin içine siyaset karıştı. Her adımda oy kaygısı, kendini gösterme derdi, popülizm öne çıktı. Bu anlayışla olmaz.

 

Sevginar SALİ

YORUM YAP