Ali Gülcü

Yirmili yaşlar

Kederlerini yüzlerinin arkasına saklamaya çalışırken, sabahtan akşama kadar neşeli film karakterlerini oynayan, yalnız kalamayan, konuşmadan duramayan insan seli akıyordu sokaktan.

Başları önlerinde, cep telefonlarının gizli bir yerinde olduğunu düşündükleri hazinenin peşindeydi hepsi!

Bu hazineyi günün birinde parmaklarının uçlarıyla bulabileceklerine olan inançları tamdı, yürüyorlardı.

Hafif kamburu çıkmış uzun boylu bir adama takılıyor gözüm.

Saçlarını boyatmış, kirli kot pantolonunun üzerine siyah uzun bir pardösü giymiş, hani şu kuşağı olanlardan, dört delikli düğmeleri kocamanlardan.

Yaşı benden büyük. Ucu sivri boyasız ayakkabıları var. Çorapları beyaz.

Havlu mu ne?

Kaldı mı yahu havlu çorap giyen?

Bir ara ne modaydı!

Seksenli yıllarda espadril ve havlu çorap hayatımızın neredeyse vazgeçilmezleriydi. Çoraplar gözüksün diye pantolonlar iki parmak kısa olurdu. Hala anlayamadığım şey neden kazakları kot pantolonların içine sokuyorduk? Çok mu zayıftık? Belimizi sıcak tutar diye mi düşünüyorduk? Neme lazım şişmanlarım mişmanlarım bir beden büyük alayım kafasında mıydık? Hadi biz neyse, o dönemin ünlülerinin fotoğraflarını görürdük, dergiler boy boy posterlerini verirdi, onlar da aynı!

Kendin olmanın önemini anlayamadan, tanınanlara benzemeye çalışıyorduk belki de?

501'in varsa kraldın! Yoksa arkadaşından ödünç alsan da olurdu.

Giymekten incelirdi havlu çoraplar, baş parmağın ucu ve topukları, aynı yerlerden espadriller de delinirdi. Kazaklar örme, umutlar taze, dünya canlı yeşildi. Apartmanlarda oturuyorduk ama şarkıdaki gibi “mutluluk mavi çocuk, oynardı bahçemizde”

Adamın peşine düşüyorum. Vitrinlere bakıyor, karnı aç bunun.

Dönercinin önünde oyalanıyor, bir şey arar gibi ceplerini karıştırıyor. Girse mi, vaz mı geçse?

Parası mı yok acaba?

İnsanlık hali yoktur. Güzeldir buraların insanları, bütün samimiyetimle söylüyorum, anlatsa halini karnını doyuruverirler. Kimseye çaktırmadan, utandırmadan hem! Tuzlusundan, tatlısından, cebine harçlık da koyarlar, yollarlar.

Tabelasında ciğerci yazan küçük esnaf lokantasına giriyor, ben de peşinden.

Üzeri beyaz muşamba kaplanmış, iki tabak ve iki bardağın ters çevrildiği masaya oturuyorum.

Cam kenarı, içerisi sıcak, yeleğimi sandalyenin arkasına asmak üzereyken, eli yüzü düzgün bir delikanlı geliyor.

“Ciğer mi ağabey?”

Başka ne var?

“Kuru fasulye, pilav, köfte.”

Az kuru, az pilav.

Yağda kızartılmış acı biber, dörde bölünmüş soğan ve dilimlenmiş domates tabaklarını diziyor muşambanın üzerine.

İkramı yesem karnımı doyuracağım diye geçiriyorum içimden.

Delikanlı ustaya sesleniyor “az kaymak az pilav ağabeyime.”

Silivri'de Merkez lokantasındaki Selaattin ağabey geliyor aklıma. Her zaman şık, her zaman güler yüzlü. Bordo önlüğü, hırkası, kravatı, beyaz gömleği kapıya ve döner ustasına yakındır bu saatlerde.

“Çek bir kaymaak!”

Savaş ağabey tüm kibarlığıyla oturuyordur kasada, Süleyman ağabey elinde bez, masaların arasında geziniyor ve çalışanlara kaş göz hareketleriyle anlatıyordur derdini.

Plastik sepetin içine dilimlenmiş ekmeğin ucundan koparıyor bandırıyorum kuru fasulyenin suyuna, soğanın ucundan ısırıyorum.

Karaağaç biberi ağzımı kavuruyor fakat çok severim.

Dilim damağım yanıyor, gözlerim sulanıyor.

“Katık et be güzel kardeşim, çok çiğne, yavaş ye” derdi rahmetli Mahmut amca, Çorlu'da iğneciydi.

“Ben sana anahtarları bırakıyım istersen içeride uyursun Alicim, beni soran olursa hastaya gitti, gelecek dersin.”

Ayakkabıcı Halil, Arnavut ciğeri almaya gönderirdi beni, sarımsakla rakı içerdi. Gündüzcüydü, öğleden sonra başlardı. Mahmut amcayla ben de çöplenirdik. Arada çay bardağından yudumladığım olurdu.

Kemal ağabeyin yanında stajyerdim. Bangır bangır Ümit Besen dinlerken bir elektrik panosunun içinde Turgut Özal'ın öldüğünü öğrendiğim yaz. Şimdi baktım 1993'müş.

Çorlu'da Çiçek sinemasının arka sokağındayız.

Uğrak birahanesi, Kral birahanesi, Hasan ağabeyin bilardo salonu, Güven bobinaj… Kovboy büfenin sosislileri ile beslendiğimiz, berber Rıdvan'a Amerikan tıraşı olduğumuz yıllar…

Geçen gün bir işten sebep yolum düştü oralara, ne zamandır gitmiyordum da. Ağlamaklı oldum sokağın başında, bir kaldım öyle. İnsan beyni nasıl çalışıyorsa o zamanki haliyle yaşıyorum sokağı fakat gördüklerim içimi acıtacak kadar farklı!

Rahmetli berber Nadir amcanın dükkanı vardı şurada, kendine münhasır ne neşeli adamdı.

Rahmetli terzi Turgay ağabey koyu Galatasaraylıydı.

Nur içinde yatsın, iğneci Mahmut amca…  

Yirmili yaşlarımın en delikanlı karakterleriydi.

Hayatı bir nehre benzetirsek çok hızlı ve çok hüzünlü akıyor be yahu!

Siyah pardösülü adam hesabı ödeyip çıkıyor.

Mahmut amca hastaya gitti diye mırıldanıyorum… O dönerse ben de yirmili yaşlarıma dönerim diye geçiriyorum içimden.

YORUM YAP