İlker Bayrak

Okuyucu ve Eser

Edebiyat ve Gerçeklik isimli yazımda birkaç soru ortaya atmıştım. Şimdi o sorulara edebi cevaplar aramaya çalışmak istiyorum. Acaba seyirci ya da okuyucu okuduklarında niçin kendisini arıyor? Arama gereği duyuyor? Niçin kendi ben'i ile özdeşleştirdiği filmlere, dizilere, kitaplara daha çok sarılıyor? Neden bazı yazarlarımızın söylediği gibi “bu kitapta okuyucu kendini buluyor.”.. Yani neden kendini arama gereği duyuyor da kendini bulunca kitabı eseri daha çok beğeniyor. Kanaatimce bu herkes için böyle değil. Belki de popüler edebiyatın uydurma savlarından biri bile olabilir. İyi bir okur, eserde kendini aramaz. O, yazarının sunduğu farklı iklimlerin farklı kişilerinin peşindedir. İnsan zaten kendisini bilir. Bence kendisine yakın bir eseri okumak hatta sıkıcı bile olabilir. Farklı iklimlerin şarkısını dinlemek varken, hiç tanımadığı hayatlara dokunmak varken ne diye kendisiyle uğraşıyor ki okuyucu... Ya da uğraşıyor mu gerçekten? Belki de bu sinema ve televizyon dünyasıyla ilgili bir çıkarımdır. İnsanlar, izledikleri dizilerdeki, filmlerdeki karakterlerle kendilerini özdeşleştirmeye çalışıyorlar. Bilhassa öğrencilerimde görüyorum bunu. Senaristler de gerçek hayatta bulunması mümkün insan tiplerini sivrileştirerek yazıyorlar. Aslında bu çok eski bir teknik. Her neyse konumuza dönersek... İnsanların okuduklarında kendi iklimlerini aramalarının okumanın birinci basamağı olduğunu, insanın derinleştikçe farklı edebiyatları da okuyabileceğini düşünenlerdenim. William Shakespeare'i düşünün. İnsan her yerde insan aslında... Okuduklarımızın bize de çok benzemesi ya da bizi anlatması gerekmiyor.

Henrik İbsen'in Peer Gynt isimli eserini duymuşsunuzdur. Henrik İbsen Norveçli bir yazar. Peer Gynt de yazarının coğrafyasına ait bir eser. Bu eseri okuduğumda, kulaklarıma daha önce hiç tanımadığım bir iklimin şarkısının söylendiğini hissettim. Eserde de bana ve bize dair hiçbir şey yoktu aslında. Ama yine de büyük bir keyifle okudum eseri. İşte bu keyif estetik zevktir. Picasso'nun bir tablosuna baktığımızda, Fuzuli'nin bir gazelinde, bir minyatürde, bir hatta, bir nakışta duyulan zevk... İnsanın sanata duyduğu ihtiyaç... Tiyatro, opera, edebiyat, resim ... Hepsi... İnsanın zihninde bir doluluk, ruhunda bir hoşluk, yüreğine bir dokunuş... İster Henrik İbsen olsun ister Fuzuli, farklı farklı coğrafyaların rüzgârlarında da yaşamış olsalar aynı duyuya sesleniyorlar. İnsanı diğer canlılardan ayıran bir özelliğe demek gerek belki de... Sanat zevki... Güzel Sanatlar insana ait estetik yönler... Sanat, insanın ruh zenginliğini ortaya çıkaran bir güç, insanı insan yapan belki de bir eğitilmişlik göstergesi...

Nasıl ki biz Henrik İbsen okuyorsak, bir batılı da Fuzuli okuyabilir. Doğru çevirilerle buluşturulursa bizim klasiğimizin dünyadaki bütün insanları çok etkileyeceğini düşünüyorum. Bize bu noktada görevler düşüyor. Yazılı eserleri 8. yüzyıla kadar dayanan Türkçemizin bütün kalem mahsullerini düşündüğümüzde ne büyük bir hazinenin sahibi olduğumuzu daha iyi anlayacağız. Anlayacağız ve anlatacağız.
Hoşça kalın.

YORUM YAP