Ali Gülcü

Açıklanamaz bir tarafı var

Derme çatma gölgelikte, bir bacağının yerine briket konmuş eski koltukta oturuyor, dinleniyorum! Siyah, plastik kasa ters çevrilmiş, üzerine eski gazete sayfaları serilmiş. Ekmek kırıntıları, domates kabukları, zeytin çekirdekleri, karasinekler. Denizin rengi yeşil bugün, bulanık. Erken ısınmasından sebep böyle oluyormuş! Tek göz barakanın denize açılan kapısı, bir de ahşap çerçeveleri şişmiş penceresi var. Yaz aylarının neredeyse ortalarına gelmemize rağmen içerisi hala rutubet kokuyor. Oda havalansın diye pencereyi açmayı denedim ama beceremedim. Armut ağacının altında eski balık ağları var, mantarları yerli yerinde de kurşunlarını almışlar. Çakılların üzerine serdikleri havlularda yüz üstü, sırt üstü güneşlenenler, şemsiyelerin gölgesinde büyülenmiş gibi denizi seyredenler, içi geçmek üzere olanlar, güneş gözlüklerinin arkasına saklananlar.

Kadınların zoraki kahkahaları, yağmur sıcağı, ter, seyrek geçen midyeci, mısırcı.

Barakanın kapısı ile maviliğin arası yirmi adım yok! Denize uyanmaksa denize uyanmak fakat bu sefalet? En hamarat halimle dört büyük çöp poşeti doldurdum vazgeçtim sonra… Kaç gün sürer buraya alışmam?

Alışırsam sever miyim? Sevmek zorunda mıyız alıştıklarımızı?

Değiştirmeye kalksam? Hem nereden başlamak lazım?

Şu “yanlış zamanda doğmuşum” halleri çöküyor üzerime, yüzyıl önce dünyaya gelmiş olsaydım yine aynını düşünecektim belki de?

Geçmişe duyulan özlemin açıklanamaz bir tarafı var!

Kahramanlarının isimlerinin değiştiği ve tekrarlardan ibaret olduğu coğrafyalarda geriye mezar taşları bırakmış insanların daha iyi, daha samimi olduğunu düşünmek?

Deniz çok temizdi ve ne balıklar tutuyorlardı!

O zamanın İstanbul'u kardeşim… İstiklal 'de Orhan Veli'ye, Sait Faik'e, Bedri Rahmi'ye rastlayabiliyordun mesela! Orhan Kemal, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Oktay Rıfat, Melih Cevdet…

Son nefesini verdikten sonra kıymetli oluyor bizde sanatçılar. Kitapları yüzbinler satan dönem şairi var mı?  Eserleri milyonlar eden ressam? Hayatı film olmuş heykeltıraş, bilim adamı, denizci?  

Oğuz Atay? Gidenin yerine yenisi geliyor mu? Gelse Tutunabiliyor mu?

Pineklediğim koltuk gibi, kırılan bacağın yerine briket! Ortasından bantlanmış gözlük, bol alçı, bol naylon, bol makyaj malzemesi…

Küçük İskender daha büyük olamaz mıydı?

Ahmet Erhan?

Bir Aydın Boysan daha çıkar mı içimizden?

Sadun Boro?

Halikarnas Balıkçısı?

Dalmışım!

Bugünlerde küçük tüp kaça doluyor acaba? Gazı var mı diye kontrol ediyorum, kulağını çevirince tıs sesi geliyor. Gazeteleri olduğu gibi üzerindekilerle beraber buruşturup atıyorum. Pembe domateslerim var dolapta, bir kiloya yakın da istavrit.

Balık ayıklamak terapi gibi gelir, kafam dağılsın diye üç kilo hamsi alıp kılçıklarıyla beraber temizlemişliğim var, bir taraftan müzik dinliyorum.

Kendi içinde kaybolmak istiyorsan bir yolunu buluyorsun onu demeye çalışıyorum.

Deniz suyuyla temizliyorum istavritleri, tuzluyor tekrar dolaba koyuyorum.

Domatesin kabuklarını soyanlardan olduğum gibi, salatanın içinde domates kabukluysa şayet, salatayı yapanın üşengeç olduğunu düşünenlerdenim!

Kaşla göz arasında çoban salata yapıveriyorum, bol zeytinyağı, bol limon, ekşili ekşili. Unlayıp, kızartınca bir tepe balık oluyor tabakta. Siyah bikinili topluca bir bayan elinden tuttuğu dört, beş yaşlarında çocuğu ile geliyor.

Gülümsüyor, “koktu amcası!”

Kokar bu mübarek!

Karnın açsa daha çok kokar, cebinde paran yoksa öteni berini şişirir, kokusu apartmanı tutar da hangi hanede pişti acaba diye kapıları koklatır. Çocukluğumda sadece o gün pazar kurulduğu için cuma akşamları mahalle balık kokardı. Lacivert sırtlı istavritten başka da balık bilmezdik zaten.

Ekmeği köşelerinden koparıyor, içine balıkları koyuyor anne ve oğluna ikram ediyorum.

Teşekkür ediyor, ayrılıyorlar.

Lizbon'da mahalle arasında sardalye festivaline denk gelmiştim bir keresinde, aylardan Haziran'dı. Ekmek arası dört sardalyeye yirmi euro vermiştim, bir tatlı gelmişti!

Sonu ve azı tatlıdır her şeyin.

Hele konu gitmek olunca! Birer çay daha içelim öyle gidersin. Yak bakalım bir sigara daha sonra beraber kalkıyoruz. Son bir duble daha içmeden hayatta bırakmam. E madem ayrılıyoruz yemeğe çıkalım istersen. Veda yemeği denen bir şey var.

Bir kepçe daha çorba istersiniz, kalmamıştır.

Izgara söndüğü için iki balık daha atmazlar.

Güneş batarken tenhalaşıyor sahil, balıkçılar yorgun dönüyor denizden, ağları temizleyecekler daha…

Sarı ampulün aydınlığında ince ince başlıyorum ben de.

“Münzevi için dost her zaman üçüncü kişidir; üçüncü kişi iki kişinin konuşmasının derinlere dalmasını engelleyen mantardır” demiş, Nietzsche.

Yelkenliyle tek başına uzun yolculuklara çıkanlar oluyor. Rotaları, gezip gördükleri tabii ki önemli fakat hissettikleri?

Tek başına açık denizde mesela, fırtınaya yakalanmışsın, ne geliyor aklına? Turkuaz rengi bir koya demirlemişsin, uçsuz, bucaksız sahil, in cin top oynuyor. Ne düşünüyorsun?

Uyumadan önce pişmanlıkların ve keşkelerin bir trenin vagonlarını doldurmuş geçiyor mu gözlerinin önünden, yoksa öylece sızıyor musun?  

Gece geceyi tutmaz tabi.

Konu beklemek olunca, belirsizlik uzayınca umut can simidi oluyor, yapışmayacaksın da ne yapacaksın?

Yağmur başlayınca nefes alıyor ortalık, rahatlamanın verdiği gevşeme çöküyor her şeyin üzerine.

Islanmak bu kadar güzel olsun!

Dediğim gibi; geçmişe duyulan özlemin açıklanamaz bir tarafı var!

YORUM YAP